Filmin ana karakteri Jenny Davin, öykünün başında stajyer Julien’e “İyi bir doktor duygularını kontrol etmesini bilmeli” diyor ama daha sonra mesafeli, dışarıdan bakıldığında soğuk görünen kişiliğiyle duygusal bir yüzleşmenin parçasına dönüşüyor. Onu, bütün bu sürece dahil eden şeyse çalıştığı kliniğe, yoğunluk dolayısıyla kabul etmediği Afrikalı kadının ölüm haberini alması...
Jenny, maktulün en azından isminin ne olduğunu öğrenmek ve durumu, ailesine bildirmek istiyor. Ve suçluluk duygusuyla hareket ederken öykü giderek dedektifvari bir hal alıyor.
Dardenne’ler, genç doktorun çabalarını, önceki filmleri ‘İki Gün Bir Gece’dekine benzer bir ritm duygusu ve tempoyla anlatıyor. Jenny, arayışlarını sürdürürken kaçak karavan işletmecilerinden fahişelerle birlikte olan ihtiyarlara, paravan randevuevlerine, göçmenlere ayakta ve hayatta kalmak sunulan fuhuş bataklığı seçeneğine ve de dışarıdan bakıldığında ‘ideal’ görünen ‘beyaz çekirdek aile’nin ikiyüzlülüğüne, çürümüşlüğüne uzanan bir yolculuğunun tanığı oluyor.
Doktor Jenny Davin’de Adèle Haenel’in sakin ama son derece güçlü bir performans ortaya koyduğu ‘Meçhul Kız’, aydın vicdanının ya da bilinçaltının peliküldeki yansıması gibi duruyor. Film, sezonun da kayda değer seçeneklerinden biri...
“Müzik benim hayatım” diyor, haklı... Ama tutkusuna rağmen bütün kayıtlar, ‘Opera tarihinin en kötü sesi’ olduğunu yazıyor... Evet, Florence Foster Jenkins’tan (1868-1944) bahsediyoruz; yani New York sosyetesinin en önemli isimlerinden biri olmuş, ‘amatör soprano’ kimliğiyle popülaritesi, yeteneğinin ve kapasitesinin çok çok önüne geçmiş bir figürden. Bu tarihsel portre, haftanın filmlerinden ‘Florence’la (‘Florence Foster Jenkins’) salonlarımıza uğruyor. Stephen Frears imzalı yapım, aynı zamanda söz konusu karakteri canlandıran Meryl Streep’in yine muhteşem bir oyunculuk performansı sunmasına da vesile oluyor. Film, ‘Altın Küre’lerde dört dalda aday oldu, Oscar yarışında ne denli boy gösterir bilemem ama Streep için yeni bir mücadelenin adımına dönüşecek gibi görünüyor. Malum, kendisi bugüne kadar 19 kez Akademi Ödülleri’ne aday oldu ve üç kez de kazandı, ‘Florence’ 20’nci heyecanın ifadesi olabilir.
Öyküyü kısaca özetlersek: Hayatı boyunca soprano olmak için çabalamış ama bunu ancak kişisel zenginliği sayesinde kendisine tanınan özel statülerle elde edebilmiş Florence Foster Jenkins’in en büyük yardımcısı, kocası St Clair Blayfield’dir. Başarısız bir Shakespeare oyuncusu olan Blayfield, karısını adeta özel bir fanusta yaşatır; yeteneksizliğinin farkına varmasını engeller, ona özel hocalar tutar, önemli salonlar kiralar, basınla ilişkileri ayarlar vs. Bu genel ilişkiler zincirinde belirleyici kriter, her şeyin bir bedeli olmasıdır. İkilinin hayatlarındaki en yeni hamle, Florence’ın Metropolitan Operası şeflerinden Carlo Edwards’tan alacağı derslerdir. Eğitim aşamasında yardımcı olacak piyanist konusunda da genç bir yetenekte, Cosmé McMoon’da karar kılınır ve çalışmalar başlar.
SİMON HELBERG DE MUHTEŞEM
Mehmet Gürs sunacak
Bu bölümün en göze çarpan filmi ‘Türk Mutfağına Övgü’ (The Turkish Way), dünyanın en iyi restoranlarından El Celler de Can Roca’nın sahibi, Roca kardeşlerin Türk mutfağını keşif hikâyesini anlatıyor. Söz konusu belgesel 19 Aralık’ta saat 16.30’da Mehmet Gürs’ün sunumuyla Atlas Sineması’nda özel bir gala ile izleyici karşısına çıkacak. Bu bölümde toplam beş film gösterilecek. Festivalin ‘Anısına’ bölümünde ise geçen yıl kaybettiğimiz Abbas Kiorastami ‘Rüzgâr Bizi Sürükleyecek’, Andrzej Wajda ‘Demir Adam’, Tarık Akan da ‘Maden’ filmleriyle hatırlanacak, anılacak.
Festivalde seyirciyle buluşacak yapımlar arasında yer alan ‘Yaşamın Kıyısında’ (‘Manchester by the Sea’), birçok eleştirmen tarafından 2016’nın en iyi filmleri arasında gösterildi.
Konusunu yukarıda özetlediğimiz Yeşim Ustaoğlu imzalı ‘Tereddüt’te işte bu sınıfları, kökenleri, eğitimleri, konumları farklı iki kadının yolları bir şekilde kesişiyor... Yönetmen, senaryosunu da kendisinin kaleme aldığı bu son filminde kadın meselesini sosyolojik ve psikolojik yönleriyle ele almaya çalışmış. Şehnaz ve Elmas, adeta Türkiye’nin iki yüzü. Hikâyenin aktığı yerde, bir anlamda durumlar eşitleniyor ve öykü bizi, “Sınıfsal farklılıklar olsa da kaderler aynı” noktasına taşıyor.
‘Tereddüt’ reji bakımından sorunsuz bir film. Keza görüntü yönetmeni Michael Hammon’ın hem açık mekânlarda (özellikle Şehnaz’ın öyküsünde karşımıza gelen ve uzaktan uzağa Özcan Alper’in ‘Sonbahar’ına selam yollayan dalgalı sahneler) hem de kapalı mekânlarda (Elmas’ın depresif hayatından kesitler sunan bölümler) yakaladığı kadrajlar estetik açıdan olduğu kadar öykünün dertlerine yaptığı görsel destekle de kayda değer.
Ama iş senaryoya gelince ‘Tereddüt’ün tereddütlü yanlarının kıyıya vurduğu kanısındayım. Öncelikle Şehnaz karakteri arkaik, sonrasında da öykünün kendi mantığı içinde inandırıcılıktan uzak. Arkaik; çünkü çizilen portre, çevresi, kocasıyla ilişkileri, diyalogları ve refleksleriyle 80 sonrasının bunalımlı entelektüel çevrelere ait tiplemelerine benziyor.
Cesur tavrı takdire değer
5 üzerinden 2,5 yıldız
Öte yandan farklı kültürel kodlardan hareket etseler de kaderleri aynı iki kadın meselesi de tartışmalı; çünkü filmde çizilen Şehnaz karakterinin böylesi bir çizgiye gelmesinin ideolojik ya da sınıfsal gerekçesi pek sağlam değil. Şehnaz, kocası Cem’in onu cinsel obje olarak kullanmasına, bir sonraki adımda erkek egemen zihniyetin tahakkümüne niye izin veriyor; bunun sınıfsal bir temeli yok ki. Film, kişisel bir tercihi, toplumsal bir katmanın genel refleksi gibi sunuyor. Üstelik Şehnaz bütün bunları psikiyatr kimliğiyle yapıyor. Zaten inandırıcılığın azaldığı noktalardan biri de bu; yöredeki bütün problemli vakalarda şefkatini, bilgisini ve uzlaşma yeteneğini ortaya koyan bir psikiyatr, iş kendi hayatına gelince başarılı olamıyor (durumu ‘Terzi kendi söküğünü dikemez’le açıklamak da mümkün ama filmin içinde bu mesele inandırıcı durmuyor).
Oyunculuklara gelince... Şehnaz’ı canlandıran Funda Eryiğit de, Ecem Uzun da bence sinemamızın umut ışıklarından, oyunculukları da gayet iyi; sadece Eryiğit’in karakteri yukarıda belirttiğim nedenlerden ötürü problemli. Uzun ise özellikle psikanaliz sahnesinde (teknik ismi ‘Monodrama seansı’ymış) döktürüyor.
Evet, ‘Star Wars evreni’nde ‘Güç bir kez daha uyanıyor’ ama bir yan öyküyle...
‘Rogue One: Bir Star Wars Hikâyesi’ (‘Rogue One: A StarWars Story’), sinema tarihinin en bilinen serisine eklenen bir ‘ara nağme’ gibi... Kronolojik açıdan ‘Revenge of the Sith’le 1977 tarihli ilk film olan ‘Star Wars’ (sonradan adının yanına ‘The New Hope’ eklenmişti) arasındaki zaman diliminde geçen yapım, ‘İmparatorluk’ cephesinin inşa ettiği ‘Ölüm Yıldızı’ adlı kitle imha silahını devre dışı bırakmak için harekete geçen asilerin mücadelesine odaklanıyor. Yönetmenliğini, ‘İstila’ (‘Monsters’) ve ‘Godzilla’ gibi filmleriyle tanıdığımız İngiliz Gareth Edwards’ın üstlendiği ‘Rogue One’ın ana karakteri, Jyn Erso adlı genç bir kız. ‘İsyancılar İttifakı’ adına hareket eden Jyn’in meseleyle bağlantısı ise, ‘Ölüm Yıldızı’ projesinin tasarımcısının, (yıllar önce İmparatorluk temsilcisi Orson Krennic tarafından zoraki olarak tekrar göreve çağrılan) babası Galen Erso olmasıdır. Yaklaşık 15 yıldır babasıyla görüşmeyen ve radikal bir muhalif olan Saw Gerrera tarafından büyütülen genç kız, eylem için harekete geçerken yanında isyancı pilot Cassian Andor, İmparatorluk Ordusu’nda firari Bodhi Rook, ‘Zatoichi’vari ‘Kör savaşçı’ Chirrut Îmwe ve arkadaşı Baze Malbus vardır. Ekibin kullandığı geminin ismi de
‘Rogue One’dır.
5 üzerinden 3,5 yıldız
Öyküsünü John Kroll-Garry Whitta ikilisinin inşa ettiği, senaryosunu da Chris Weitz’la Tony Gilroy’un birlikte kaleme aldıkları, bu, ‘Star Wars evreni’ içinde ‘Takımdan ayrı düz koşu’ niteliğindeki çaba, doğrusunu söylemek gerekirse seriye -Türkiye’de vizyona girdiği tarih- 1979’dan beri aşina olan benim gibiler için çok da heyecan verici bir hamle değil. Bunda, belki de bizi eski günlerle, orijinal serinin ruhuyla buluşturan ‘Güç Uyanıyor’u (‘The Force Awakens’) geçen yıl izlemiş olmanın etkisi olabilir, bilemiyorum ama Gareth Edwars’ın filminin bıraktığı iz böyle. Öte yandan ‘Rogue One’ın ‘Retro’ tada olan ilgisi ve ısrarı da takdire değer. Bu ‘devamlılık’ geleneği (!) uyarınca hikâyenin ana kahramanı Jyn Erso da, Prenses Leia ve Rey gibi fizik olarak ufak tefek, minyon ama karakter açısından dirençli, kararlı, inatçı bir yapı sunuyor. ‘Star Wars evreni’nin olmazsa olmazlarından olan ‘robotlar’ cephesinin bu filmdeki uzantısında ise ‘K-2SO’ var (malum, bu cephede önce ‘R2D2-C3PO’, sonra da ‘BB8’ boy göstermişti).
Ve huzurlarımızda Peter Cushing
Peki bu ‘Retro’ tadı içeren filmde serinin klasik karakterleri kendisine yer buluyor mu? Sadece Darth Vader’ı görüyoruz birkaç sahnede, keza yardımcısı Moff Tarkin’i de... Bir sahnede de Prenses Leia’ya rastlıyoruz. Bu karakterleri, yani Tarkin’de ‘rahmetli’ Peter Cushing’i, Prenses Leia’da da Carrie Fisher’ı CGI (Bilgisayarla Yaratılmış Görüntü) teknolojisi sayesinde, 1977 tarihli orijinal filmdeki halleriyle izliyoruz (özellikle Cushing’in görüntüsü muhteşem).
Düşüp kırılan bir telefon ekranı, dilenen özür ve alınan cevap: “Dert etme, haftaya yeni sürümü çıkıyor...” Moda tasarımcısı ve yönetmen Tom Ford, ikinci uzun metrajlı çalışması ‘Gece Hayvanları’nda (‘Noc-turnal Animals’) söz konusu sahneyle içinden geçtiğimiz dönemin değişkenleri ve dertleri üzerine bir hatırlatmada bulunsa da film daha derin ve konvansiyonel meseleler peşine düşüyor. Austin Wright’ın 1993 tarihli romanı ‘Tony & Susan’ın sinema uyarlaması niteliğindeki yapım, şimdiki zaman dokunuşlarıyla süslenerek karşımıza gelmiş.
‘Gece Hayvanları’, sanat galerisi sahibesi bir burjuva kadının geçmişle muhasebesi üzerine kurulu bir hikâyeye sahip. Film, David Lynch dünyasından ödünç alınmış izlenimi veren görüntüler eşliğinde açılıyor: ‘Derin Amerika’dan bir bar sandığımız yerde, çok geçmeden aslında bir enstalasyon izlediğimizi anlıyoruz. Burası bir sanat galerisidir ve sahibesi de izlediğimiz öykünün ana karakteri Susan Morrow’dur. Çökmeye doğru ilerleyen bir evliliğin çeperleri içinde sıkışmış Morrow’un sıkıcı hayatı eski kocası Edward Sheffield’dan gelen bir paketle hareketlenir. Bu paketin içinden, ‘Gece Hayvanları’ adlı bir roman çıkar. Edward, Susan’a adadığı kitabında eşi ve kızıyla Batı Teksas’a doğru tatile çıkan bir adamın, ıssız yolda üç serseri tarafından taciz edilmesini ve kızıyla eşinin kaçırılmasını anlatır. Susan romanı okudukça daha uzak geçmişe, Edward’la ilişkisinin başladığı üniversite yıllarına, daha sonra da evliliğinin çatırdamaya başladığı dönemlere uzanır...
‘Gece Hayvanları’ üç ayrı noktada gidip geliyor; şimdiki zaman, geçmiş ve romanın kendisi. Susan, kitabı okurken romanın ana karakteri olan Tony’yi Edward olarak hayal ediyor, zaten karısı Laura ve kızı India da kendisine ve kızına benziyor. Bütün bu süreçte anlatılanlar ne derece otobiyografik, ne derece kurgusaldır; seyirci zihnimizde bunu tartmaya başlıyoruz ama geri dönüşlerde izlediğimiz kimi kilit sahneler bize yeterince ipucu sunuyor. Örneğin Susan’ın annesi Anne Sutton, yolun başında Edward’a yönelik “Senin için çok zayıf. Evet, romantik ama kırılgan... Onun şimdi sevdiğiniz yanları ileride nefret edeceğin şeylere dönüşecek” diye ‘uyarıyor’. Zaman sanki anneyi haklı çıkarıyor ve Susan, bu durumu “Kızlar, eninde sonunda annelerine benzer” diyerek açıklıyor.
MİCHAEL SHANNON ÇOK İYİ
Festival turlarını tamamlayan ve birçok yerden ödüllerle dönen ‘Babamın Kanatları’, temel olarak bu dertlerin peşine düşüyor. Genç yönetmen Kıvanç Sezer, birkaç yıl önce gazete sayfalarında, inşaatta çalışırken düşüp ölen bir üniversite öğrencisinin haberine ilgi göstermiş ama tekil bir hikâyeden ziyade sistemin genel bir fotoğrafına soyunmak istemiş ve ‘Babamın Kanatları’, böylesi bir çabanın ifadesi olmuş. Film, lüks bir şantiyede çalışan İbrahim ve yeğeni Yusuf’un ayakta kalma ve tutunma çabaları ekseninde düzenin ne tür dinamikler üzerinde yükseldiğini, emeğin nasıl sömürüldüğünü, işyerlerindeki koşulları, usta-ustabaşı-müteahhit ilişkilerini, kısacası ‘fıtrat’ diye aslında neyin kastedildiğini anlatıyor.
ÖDÜLLÜ KADRO...
Sezer, senaryosunu da kendisinin kaleme aldığı filminde ana ve yan karakterlerini derinlemesine çizerken sosyal çevre resimlerine de benzer dokunuşlarda bulunuyor. Filmin artılarından biri de duygu sömürüsüne kaçmadan soğukkanlı bir bakış açısına sahip olması.
İbrahim rolünde deneyimini konuşturan ve canlandırdığı karaktere derinlik ve gerçekçilik kazandırmanın üstesinden ustalıkla gelen Menderes Samancılar, Adana ve Antalya’da ‘En İyi Erkek Oyuncu’ ödülüne uzanmıştı. Keza Adana Film Festivali’nde, Yusuf rolünde izlediğimiz Musab Ekici’yle Nihal’de karşımıza gelen Kübra Kip de ‘En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu’ ve ‘En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu’ dallarında ödülün sahibi oldular.
- Kartal, rakibin ailecek saldırıcağını hesaplayarak, iyi kontracı Larsson-Kangwa-Ghilas üçlüsüyle sahaya çıktı.
- Denge kurulmuşken yine ‘basit’ bir gol yenildi. Moda deyimle ‘günümüz futbolu’nda atağa çıkarken kaptırdığınız toplar kalenize gol veya ecel teri olarak geri döner!
- 25’te Kolar’ın atılmasıyla maçın formatı değişti. Daha doğrusu maç öncesi Kartal’ın istediği şekle dönüştü:
- Zira Karabük daha pervasız hücumlara çıkınca arkada boşluklar bıraktı ve Antep de haliyle kontralar bulmaya başladı. Ama ne yazık ki bu durum çok sürmedi: 7 dakika sonra penaltı golü geldi...