Tüketici enflasyonunun yüzde 13’e, üretici enflasyonunun da yüzde 18’e vuruşunu uzunca bir süre seyretti, kurun da çıkışını. Ancak “artık duvardaki silaha davranacak” kanaati oluştuğunda ise “o silahı patlatmadan yere düşürdü”.
Silahı yere düşürdü çünkü ne hareketsizliğinin ne de hareket ettiğinde faizleri neden 0.50 puan gibi çok az artırdığının bir açıklaması yok.
Öyle ki, enflasyonu henüz hedefi olan yüzde 2’ye gelmemiş olan ABD Merkez Bankası Fed’in faizleri 0.25 puan artırdığından bu yana henüz 24 saat geçmemişti; enflasyonu kendi faizini geçmiş bir merkez bankası TCMB ise Fed’den sadece 0.25 puan daha fazla artırarak adeta dalga geçti.
Fed, orta vadede enflasyonun yüzde 2’ye geleceğini hesaba katıp, 0.25 puan faiz artırıp üstüne de bir yılda aynı ölçekte üç faiz artırımına işaret ediyor. Yani bir yılda 1 puan demek bu.
Bir yıllık artışı bir kenara koyalım; dışarıdan verilere bakanlar, siyasetçilerimize matematik olarak da 2015’in üçüncü çeyreğinden 2017’nin üçüncü çeyreğine, yani iki yılda toplam yüzde 10.2 büyüyen bir ekonomiden “küresel şampiyonluk” hikayesi çıkarmanın doğru olmadığını söyleyebilirler.
Verilere bakınca, tablo şöyle: Geçen yıl üçüncü çeyreğin hemen başlarında, 15 Temmuz darbe girişimi ekonomiye bir şok vermiş, bu yüzden yüzde 5’lik bir büyüme patikasındaki ekonomi üçüncü çeyrekte yüzde 0.8 küçülmüştü. Bu açıdan bakılırsa geçmişteki yüzde 5’lik ivmesini de telafi ederek bunun üzerine bu yıl da yüzde 5’lik bir büyüme daha ekleyen bir ekonominin yüzde 10’un üzerinde büyümesi mümkündü. Olan da bu; telafi tablosu.
Ancak öte yandan açıklandığı kadarıyla verilere bakınca; geçmişte de ortaya çıkan soru işaretleri hâlâ yanıtlanmış değil. Bu durum, büyüme sayıları üzerine tartışmalarla gölge düşürüyor.
TÜİK MESAFE ALAMADI
TÜİK’in milli gelir hesaplarında yeni hesaplama yöntemine geçişi tam bir yıl önce bugünlerde olmuştu. Hemen ertesinde, eleştirileri yanıtlamak için bir toplantı düzenleyen TÜİK yetkilileri ilave çalışmalar yaparak bunları paylaşacaklarını söylemişlerdi. Eleştirilerin başında, açıklanan serilerin ayrıntılarının paylaşılması, sanayi üretimi gibi önemli sektörel verilerin de milli gelir verileri ile karşılaştırılabilir nitelikte olması için yenilenmesi idi. Bu alanda mesafe alınamadı. Yatırımların kamu ve özel kesime göre ayrımını da hala bilmiyoruz.
Neredeyse bir yıldır yeni milli gelir serileri var; bunlar, diğer açıklanan ekonomik verilerle karşılaştırılabilir değil.
Pazartesi açıklanan verilere göre; yüzde 11.1’lik üçüncü çeyrek büyümesinin belirgin kaynakları var; birincisi, inşaat sektöründe yüzde 18.7 büyüme gerçekleşmiş. İkincisi de milli gelir içinde yüzde 22 ağırlığı olan “hizmetler” kesiminin katma değerindeki büyüme yüzde 20.7 olmuş. Bu, baz etkisinin de ötesinde epey yüksek bir büyüme oranı. Bu kalemin içinde, üç kesim; “Toptan ve Perakende Ticaret”, “Ulaştırma ve depolama” ve “Konaklama ve yiyecek hizmeti” kalemleri yer alıyor.
TÜİK bu üç kesimdeki katma değer artışlarını, yani büyüme oranlarını üçer aylık dönemlerde ayrı ayrı göstermiyor.
Bitcoin’de yaşananlar, dünyada yaşanan ilk “mali balon” olarak görülen 1630’lu yıllarda Hollanda’daki “lale çılgınlığına” benzetiliyor. O yıllarda, çılgınca artan taleple lale soğanlarının yükselerek olağanüstü fiyat seviyesine erişmesi, sonra da çökmesine tanık olunmuştu.
Geçen hafta konuştuğum bir bankacı, 5 yıl önce bu zamanlarda fiyatı 13 dolar olan Bitcoin alıp şimdi milyon dolarlık varlığı olan teknoloji meraklısı gençlerden bahsediyordu.
Gelecekte yaygın biçimde elektronik para kullanacağız. Nakit olmayacak. Merkez bankaları buna hazırlanıyorlar. Oysa Bitcoin farklı; şifreli ve aracısı olamadan birebir çalışan bir para, değer aktarım aracı. Bitcoin bir merkezi otorite olmadan iki taraf arasında ödeme ya da para transferi yapılabilen şifreli bir para sistemi. Üçüncü bir taraf yok arada; para trafiğini izlemek de olanaklı değil.
Peki Bitcoin neden artıyor?
Arzı sınırlı olan Bitcoin’in fiyatı artıyor; çünkü alıcısı yani talebi artıyor. Talep artarken arzı o oranda arttırmak mümkün değil. Fiyat arttıkça; arzın sınırlı olduğunu bilen, talebin devam edeceğini gören alıcılar sanal pazara geliyor. Bu da fiyatı “roketliyor”.
Bitcoin arzı, belli bir yazılım algoritmasına dayalı olarak artıyor. Yani ‘tuşa basarak’ keyfi biçimde ilave para arzı yaratmak mümkün değil. Arzı, 2140 yılında 21 milyona ulaşarak orada duracak. 2024’te 19 milyona ulaşması beklenen dolaşımdaki Bitcoin miktarı, bugün 16.7 milyon adette. Oysa 2012 sonunda 10.6 milyon adetti. Arzın artış hızının giderek yavaşlayacağı bir gelecek ufkunda, bu paranın fiyatını arttıran lokomotif unsur, talebi.
Bundan 5 yıl önce 2012 sonunda, kripto paraların saklandığı “Blockchain-elektronik cüzdan” sayısı 77 bin adet iken, dün itibariyle bu sayı 19.9 milyona ulaştı. İşte bu sayı bile şifreli para meraklısının ne kadar hızlı arttığını gösteriyor.
Ancak öte yandan bu sanal paraya temkinli yaklaşanlar da haksız değil.
Enflasyon, 2003 fiyatları baz alınarak hesaplanan seride tüm zamanların rekorunu kırıp yüzde 13’e vurunca piyasalarda şöyle bir düşünce oluştu; “Merkez Bankası artık faizi artırır.”
Ama bunun temeli var; bir süredir Ankara’yla konuşan ve para politikasının nasıl bir tepki vereceğini merak eden yatırımcılara birebir görüşmelerde “faizi arttıracağız” mesajı veriliyordu. Hatta daha fazlası; “düşük dozdaki bir arttırım olursa piyasalar daha da kötüleşir” yorumu ile sorulan sorulara da “hayır, gereği neyse o yapılacak” türü yanıtlar veriliyordu. O kadar “sağır sultanın duyduğu” hale geldi ki; birebir görüşen analistler bile bunu sosyal medyada duyurmaktan çekinmiyorlar; artışın en az 100-150 baz puan olacağını da.
Bu konudaki “bilgi”, fazlasıyla asimetrik hale getirilmişti; bir kısım yatırımcı, analist, ekonomist, piyasacı “mesajı almış” olarak işlerini görürken; diğer ekonomik birimler, bundan habersizdi.
Enflasyon 14 yılın rekoru olan bir zirveye ulaşınca da “kesin faizi arttıracak, hem de güçlü arttıracak” kanaati oluştu; kurlar 10 kuruş birden düşüverdi.
Sorunlara yan yollardan çözüm bulacağını düşünen yetkililer ve danışmanlar, yeni bir teknik geliştirdiklerini düşünüyor olabilirler; “fısıldayarak faiz artışı etkisi yaratmak.” İsteyen deneyebilir; kâğıt üstünde, Merkez Bankası yetkilileri Para Politikası Kurulu toplantısından bir hafta önce kimseyle görüşmezler. Bunun nedeni hem etki altında kalmamak hem de görüşmecilerin dışarıya farklı mesaj aktarmasını engellemektir.
Merkez Bankası yetkililerinin özellikle ekonomi kanallarına çıkıp konuşan kimi uzmanları yakından markaja aldıkları, bu “fısıldama” işini epeydir yaptıkları biliniyor. Buna iletişim literatüründe “spin doctor” kullanma deniliyor. Kendi fikrini, piyasadaki uzmanlara “söyletmek”, bilgisiz yatırımcıyı etkiler.
Ancak uzman olan uzmanlar ise bunun tehlikeli bir oyun planı olduğunu düşünüyor; konuştuğum bir analist “Bu enflasyon ve çıktı açığı veri iken Taylor Kuralı’na göre olması gereken faiz çekirdek enflasyon baz alınırsa yüzde 17.5’i gösteriyor” diyordu. Yani Merkez Bankası fısıltı ile piyasaların kulağına üflenen faiz artışını çok düşük bir ölçekte yaparsa çarşı karışacak, döviz kuru durulmayacak demektir.
Nihai olarak da Merkez Bankası’nın toplantı tarihinden önce bunu piyasalara ima dahi etmesi doğru bir durum değil. Bu olanağa sahip olmayan ekonomik birimlerin suçu nedir? Madem niyet var, yaparsınız tarihi öne çekilmiş bir toplantı; faizi arttırırsınız.
Görevi neydi? Ne için yaptığı açık, biliniyor; İran’a dönük ABD ve AB öncülüğündeki Birleşmiş Milletler ambargo ve kısıtlarını atlatarak-aşarak, İran’ın ticaretten elde ettiği parasal kaynaklarına ulaşmasını sağlamak. Yani İran’ın milli meselesi için “ne gerekiyorsa” yapmış.
Şunu en başından biliyoruz ki İran’a ambargonun iki boyutu vardı; biri ticaret yasağı idi, diğeri de para transferi. Türkiye ticaret yasağı konusunda Hindistan ve Çin gibi bir dizi ülke ile birlikte, eskisine göre daraltılmış da olsa “istisna” sağlayan bir ülke idi. Kısılsa da İran’dan petrol ve gaz almaya devam ettik. Ancak para transferi üzerine yasakta istisna yoktu. Türkiye ithalatı yapıyor, karşılığı bedel ise Halkbank’taki hesapta birikiyor olacaktı.
Zarrab’ın mahkeme ifadesinden ne öğreniyoruz? Zarrab, kurduğu para transfer çarkına yardımcı olan, akıl veren, bu çarkın parçası olduğunu iddia ettiği; kurumlara ya da bankalara talimat verenleri açıklıyor. Bunun için rüşvet verdiğini iddia ediyor. ABD kamu hukuku ise bununla değil; ambargonun delinmesi, para aklama, kendi bankacılık sisteminin bu işe bulaştırılması gibi konularla ilgili. Yargılama bu yönde.
Türkiye 2011’de İran’dan kabaca 12 milyar dolarlık ithalat yaparken, 3.5 milyar dolarlık ihracat yapmıştı. 2012’de yine 11.9 milyar dolarlık bir ithalat yaparken, Zarrab’ın “altın transferi” ile ihracat 9.9 milyar dolara çıkmıştı. 2012’de mart-ağustos arası 5 ayda tam 8 milyar dolarlık külçe altın İran’a ihraç edilmiş görünüyordu. İşte Zarrab’ın “cari açığı kapadım” dediği, “ihracat şampiyonu” ödülü verilen durum buydu.
Zarrab çarşamba günü başladığı ifadesinde; İran’a giden altınların gerçekte İran’a gitmediğini, gümrük kayıtlarında “Dubai üzerinden İran’a gidiyormuş gibi” kaydedildiğini, ancak Dubai’de kaldığını anlattı. Zarrab’ın anlattığı döngüde; aslında Dubai’de kalan altınların da “Dubai-Türkiye” arasında gidip geldiği anlaşılıyor. Zira amaç altın değil, altın üzerinden para transferi yaparak, transferi yapılan paranın Dubai’de dolara ya da Euro’ya çevrilmesi.
Reza Zarrab’ın anlatımında, İran’ın petrol şirketi NIOC’un Halkbank’taki hesabına yatan gaz ve petrol ithalat bedellerini TL olarak bir başka şirketin hesabına aktarıldığı, sonra bu TL’ler ile bir şirketten altın alınıp, altınları da Dubai’de bir başka şirkete satılmış gösterildiği yer alıyor. Satılan altınların karşılığında ise Birleşik Arap Emirlikleri dirhemi var. Sonrasını bilmiyoruz. Zarrab’ın “en az 10 ayrı işlem” olarak altını çizdiği “dolaştırma” sonunda, İran’ın gaz ve petrol bedeli uluslararası para ve fon sistemi ile buluşuyor. Bundan sonrası, olasılıkla Dubai’de bu dirhemlerle dolar ya da Euro veya bir başka para cinsine çevrilerek İran’ın ihtiyaçlarına göre kullanılmış olabilir.
Altın yasağından sonra, petrol ve gaz karşılığı Halkbank’ta biriken İran parasının kullanımı için iki istisna vardı; biri gıda, diğeri ise ilaç. Zarrab’ın ABD’deki mahkeme ifadesine göre; gıda alımı yapılıyormuş gibi bir çark kurulmuş. Altın yasağından sonra para transferini bu yolla yapmaya başlamış. Sonra da gıdaya yeniden altınla transferi eklemiş.
Bu yargılamada Zarrab’ın anlatımları ve sunacağı diğer belgelerle, kısıtlamaları delen para transferi için kurulan mekanizmanın, kişisel bir inisiyatifin çok üstünde ve “kurumsal bir çerçeve” içinde yapıldığı yönünde bir tabloya umarım gelinmez.
Ülkeyi yöneten siyasetçiler, hem vatandaşa bir takım güçler tarafından saldırı altında olduğumuzu, ekonomimizi çökertmeye çalıştıklarını tekrar tekrar anlatıp vatandaşın zihnine kazırken, diğer taraftan da “felaket tellallarını” da telin etmekten uzak durmuyorlar.
Bu anlatımdan, yurttaşların aklına şu sorular gelebilir; madem çökertmeye çalışıyorlar, birincisi ekonomimiz bu çökertme girişimlerine kapı açacak kadar zayıf mıdır? İkincisi de madem saldırı yaptıklarını görüyorsunuz neden önlem almıyorsunuz? Yok aldıysanız ekonomi önlem aldığınız halde çökme eşiğine gelecek kadar kötü müdür?
Sokaktaki ekonomik birimlere durmadan komplo kuramı anlatmak, giderek o işaret edilen “felaket tellallığına” giriyor. Ekonomisinin yüzde 60’ı hane halkı tüketimine dayanan bir ülkede, finansal piyasalardaki dalgalanmaların sonuçlarını hane halkına işaret ederek sürekli olarak tedirgin etmek, harcamalarına fren yaptırtacak bilinmezlik-belirsizlik aşısı yapmak iyi bir yol değil. Sonuç olarak, eğer varsa bir “çökertme girişimi”; bu tür zihin bulandırmalar, buna yol vermekten başka işe yaramaz.
Madalyonun diğer tarafı, evet 11 Aralık tarihinde bu yılın üçüncü çeyreğine dair büyüme sayıları açıklanacak. Büyük bir olasılıkla, siyasetçilerin de gururla ilan ettiği gibi üçüncü çeyrek için yüzde 8-9 gibi yüksek bir ekonomik büyüme sayıları göreceğiz. Unutmayalım ki; 15 Temmuz 2016 kanlı darbe girişimi sonrasına denk düşen üçüncü çeyrekte (temmuz-eylül) ekonomi yüzde 1’e yakın küçülmüştü. Darbe girişimi öncesindeki son 4 çeyrekte ortalama yüzde 5.8’lik bir büyüme ivmesi olan ekonominin yüzde 0.8 küçülmesi, bu yılın üçüncü çeyreğine yükseltici bir baz etkisi sağlıyor.
İşin doğrusu; geçen yıl 5 büyüyecekken yaklaşık yüzde 1 küçülen ekonominin bu yılki telafisinden bir şampiyonluk çıkmaz. Başbakan Binali Yıldırım’ın tahmin ettiği gibi yüzde 6-7 arası bir yerde yıllık büyüme için, içinde bulunduğumuz çeyrekte de yüzde 8-9 büyüyor olmalıyız. Bu mümkün görünmüyor; yüzde 5-5.5’luk bir büyüme daha olası.
Tekil bir çeyrekteki dünya şampiyonluğundan çok, enflasyondaki şampiyonluğa odaklansak çok daha iyi olacak. Zira artık tüketici fiyatlarında yüzde 10’u geçip, 4 Aralık tarihinde açıklanacak olan kasım enflasyonunda tahminimce yüzde 12.5’luk bir oranla G20 şampiyonu olacağız.
Ekonomik büyümede yüksek oranlarla ilgilenen siyasetçiler, yoksulu çok daha yoksullaştıran yüksek enflasyonla neden ilgilenmiyor?
Dünyanın en büyük ekonomilerini içine alan G20’de; Türkiye’nin enflasyondaki sırası şampiyonlukla ekonomik büyüme sıralamasının çok üzerinde duruyor. Türkiye’de milyonlarca tüketici yüzde 12’yi aşan bir enflasyonla, yüz binlerce üretici de yüzde 17’lik üretim maliyet artışı yüz yüze.
Açık pozisyon şu: Şirketlerin döviz varlıklarının, döviz borçlarından az olması. Döviz borçlanıp bunu yatırımlarında veya işletme finansmanında kullanan şirket ya da bireylerin ellerinde bu döviz borçlarını karşılayacak döviz varlıklarının olmaması, kurlar yükseldiğinde yarattığı zararla sermaye eksiltir. Açık döviz pozisyon yaratan şirketlerin olasılıkla ellerinde bunu kapatmaya yetecek TL nakit varlık da bulunmayabilir. Yani istedikleri anda bunu kapatacak güçleri de olmayabilir. Kur yükseldikçe zarar büyür. Merkez Bankası verilerine göre Türkiye’de finans dışı şirketlerin açık döviz pozisyonu 212 milyar dolar. Örneğin dolar kuru, 3.50’den 3.85’e geldiğinde yani yüzde 10 arttığında açık döviz pozisyonundan şirketlerin yazdığı zarar 75 milyar TL’ye yakın.
Açık pozisyon, 2013 Mayıs sonunda ABD’den parasal gevşemenin sonuna gelindiği mesajı verildiğinde 157 milyar dolardı. Bu konu uzunca süredir gündemde tartışılırken, uyarılar yapılırken; Ankara’da siyasetçiler bu tür yapısal sorunlara çözüm bulacaklarına, “hedef küçültmeyi” benimsediler. Buna Merkez Bankası da katıldı. Açık pozisyonun kur artışı ile şirketlere yaratacağı hasara işaret edenlere karşılık olarak, “şirketlerin açık pozisyonu var, ama onlar ihracat yapıyorlar; döviz gelirleri var”.
Merkez Bankası ise bu yıl ikinci kez, vadesinde ihracat dövizini getirme taahhüdü ile Merkez Bankası’ndan reeskont kredisi kullanan ihracatçılara, geri ödemeleri TL ile yapma imkanı tanıdı. Şubat başına kadar geri ödemesi olan ihracatçılar 3.70’lik kur üzerinden TL olarak geri ödeme yapabilecek. Yılın başlarında, Şubat ortasından Mayıs sonuna kadar, benzer bir uygulama penceresi açılmış, 3.53’lük kur üzerinden geri ödeme olanağı tanınmıştı. İki buçuk ayda 3 milyar dolarlık kredi TL olarak geri ödenmiş, Mayıs ayında ise ne kadar geri ödemenin TL olarak yapıldığı açıklanmamıştı.
O zaman da, şimdi de sorular şunlar; ihracatçılar döviz getirme taahhüdü ile bu kredileri kullandılarsa ne oldu da TL geri ödeme olanağı tanındı? Döviz geliri olan ihracatçılar açık pozisyon mu yapmışlar? Açık pozisyon yapıp zarara uğrayınca mı Merkez Bankası yardımcı oluyor? Ayrıca, bankadan reeskont kredisi kullanıp döviz gelirini de zamanında Merkez Bankası’na ödeyebilecek durumda olan ihracatçılar, kur piyasada 3.9’larda iken neden 3.70’den TL olarak Merkez Bankası’na ödemesinler? Bu açık arbitrajdan, düzgün çalışan ihracatçıların da bu “kazanç transferinden” uzak durmaları için sebep var mı? 1 milyon dolarlık bir kredide kendilerine sunulan 250 bin TL’lik bir kazanca hangi ihracatçı hayır diyecek? Dövizini cari piyasada 3.90’lı kurdan, vadelide 4’lü seviyenin üzerinden bozdur, dön Merkez Bankası’na 3.70’lik kur üzerinden kredi borcunu öde.
Tekrar başa dönelim; hani ihracatçıların döviz geliri vardı ve açık pozisyon bu yüzden sorun değildi? Merkez Bankası, ihracatçılara “döviz ödemelerinizi 3.70’den TL olarak bana ödeyebilirsiniz” dediğinde, ihracatçıların açık pozisyonda olduğunu, getirecek dövizleri olmadığını, döviz getirmek isteyenlerin de piyasadan döviz satın alarak getirdiklerini, bunun getireceği kur baskını azaltmak için “TL ödemeyi” kabul ettiğini örtülü biçimde itiraf ediyor demektir.
Basit bir hesapla; toplam 12 milyar dolarlık reeskont kredilerinin şubat başına kadar vadesi dolması olası bölümü yine kabaca 3 milyar dolar olsa, kur bugünkü seviyelerinde kalsa; 750 milyon TL’lik bir kar transferi, para basarak yapılacak demektir.
PARA POLİTİKASININ ‘ZIRT’ DEDİĞİ YER
Merkez Bankası için para politikasının kifayetsiz kaldığının aynası, kendi faizlerinin piyasada
Hayır komplo kuramlarından bahsetmiyorum; kur-enflasyon-faiz döngüsüyle ilgili. Döviz borçlusu ülkede faizler, enflasyonu düşürecek bir noktanın çok altına tutulur, kur yükselir, enflasyon yükselir, hala faiz artırılmaz, kur artmaya devam eder, siyasetçiler tersine faiz düşürmekten bahsederler, kur daha şiddetli artmaya devam eder, Merkez Bankası müdahale ediyormuş gibi etkisiz yollara sapar, kur daha da şiddetlenir, herkes panikle “Ne oluyor? Nereye gidiyoruz böyle” demeye başlar, sonunda bir gece faiz 3 puan arttırılır. Ne pahasına? Zamanında 1 puan artırımdan uzak durulması pahasına.
Çok uzak değil, henüz bir ay olmadı; Merkez Bankası, bu aybaşında ileriye dönük enflasyon tahminini yükseltirken para politikasında değişiklik yapmamıştı. O toplantıda bunu sormuştum Başkan Çetinkaya’ya; “tahmini yukarı çekerken faiziniz aynı yerde kaldığında görece gevşetmiş olmuyor musunuz?” diye. Aldığım yanıt “yeterince sıkı” idi. Kaldı ki kur da en az yüzde 7 artmış durumdaydı. Şimdi kasım başına göre bir yüzde 5 daha kur artışı var.
Hiç şüphe yok; Merkez Bankası, faize dokunmadan “kömürlükte unutulmuş” külüstür döviz müdahale araçları ile sonuç alamayacağını en az bizler kadar iyi biliyor. Muhtemel amaç; Ankara’daki siyasetçilere “neyin olmayacağını göstermek” olmalı.
Ama bunu yaparken de “yan yollardaki” hatalara düşülüp, beklentiler bozuluyor.
İki örnek; birincisi Merkez Bankası’nın döviz talebini frenlemek arzusu ile döviz getirme taahhüdünde bulunarak kendisinden kredi kullanan ihracatçılara, döviz getirmeden TL olarak kredileri geri ödeme olanağı tanınması, bunun da 3.70’lik kur üzerinden yapılması hem kura bir taban oluşturdu hem de piyasa kuru 2.90’lara dayanırken arbitraj olanağı sağlayıp, gelecek olan dövizleri de uzak tuttu. İkincisi de arkaik döviz satış ihalesi ile vadeli piyasayı bile bilmeyen ekonomik birimlerin gözünde, karmaşık ihalelerin sonuçlarında yer alan 4’lü seviyelerde bir dolar kuru “vitrine” çıkarılmış oldu. Bunun vadeli kur olduğu, faiz farklarına dayandığı gibi temel konuları bilmeyen yurttaşların kafasında “birkaç ay sonra dolar 4 olacakmış” fikrini vermesi hiç de zor değil. Sonrasında yani dünkü kur hareketinde olduğu gibi.
Vadeli döviz satış ihalesinde, bankaların döviz satın almak istediği en yüksek kurların her vadede 4’lü seviyede olması sokaktaki yurttaşlara ne ifade edecek sizce?
Asıl sorun, Merkez Bankası’nın hala kendi parasının fiyatını değiştiremiyor oluşunda.
Önceki günkü başarısız döviz satış ihalesinden sonra dün de bankanın aklına