28 Mayıs 2011
Bazı ilişkiler mesafelidir. İki şehrin arasında bölünmüştür kokular, sesler, düşünceler. İnsan çevresinin genişlediğini hisseder. Öyle ya, yakın bile uzaktaysa ne koca bir evrendir merkezinde olduğumuz.
Bu evreni hangi büyük patlama, ne ara ortaya çıkarmıştır bilinmez. Ama içinde her şey yeniden şekillenir.
“Yakın” ve “uzak” kavramları usulca yer değiştirir. Yüzlerce kilometre ötedeki bir şehir, o şehrin bağrındaki sokak, sokağı çınlatarak geçen tramvay yakındır artık.
Ama kendi sokağımızdaki bakkal bile kalır başka galakside. Sigara getiren çırak değil, sanki uzaylıdır.
Mesafeli ilişki yaşadığımız zaman ömrümüzü yıllara değil yollara veririz. Araba sürerken okuduğumuz kamyon yazıları anlamlı gelmeye başlar.
“Mavi gözler o biçim, baktıkça yanar içim” sözünde hikmet, “İzin verdim kalbime hep seni sevsin diye” itirafında alayına taş çıkaracak erotizm buluruz.
Şeritler altımızdan, düşünce balonları üstümüzden akar mesafeleri alırken. Uzun mesafe koşucusunun mağrur yalnızlığını yaşarız.
Bir ilişki mesafeliyse içinde sebat ve anlayış var demektir. Uçak ve tren biletleri, gönderilmiş ve gönderilmemiş mektuplar, “acaba şu an ne yapıyordur” düşüncesi.
İki şehre bölünmüş bir ilişki, aradaki şehirleri de kapsadığından, nüfus ve yüzölçümü açısından zengin bir coğrafyadır. Orada çocuklar topaç değil dünyayı çevirirler.
O coğrafyada aynı evde yaşayıp birbirini görmeyen, aynı yatağa girip dokunmayan, aynı sofraya oturup konuşmayan çiftler de yaşar.
Farklı şehirlerde yaşayan sevgililerin ne yapmaya çalıştığına akıl erdiremez, aklı başında birinin böyle bir saçmalığa kalkışmayacağını savunur onlar.
Böylelerini gördüklerinde soğuk şakalar yapar, alaycı olmaya çalışırlar.
Korktukları için yaparlar: İki kalp arasındaki mesafenin metreyle ölçülmediğini anlamaya aslında yoktur cesaretleri.
Güveninizin eseri
Seda Sayan’ın oğluna aldığı 600 bin liralık araba züğürdün çenesini yordu.
Züğürt haklıydı yorulmakta: Ne de olsa Lamborghini kendi güveninin metale ve teknolojiye dönüştürülmüş haliydi.
Seda Sayan’ı “en güvenilir insan” seçip bol bol reklam teklifi almasını sağlamış, o da parayı Lamborghini’ye gömmüştü.
Kadıncağızın edebiyat evi kurup Celal Hosrovşahi’yi ağırlayacak hali yoktu herhalde. ÇYDD’yi falan desteklese racona sığmazdı.
Züğürt bunları düşünmedi. Seda Sayan’ı düşünüp devam etti züğürtlüğünü yaşamaya. Ona güven duygusunun “kıymetini” bu da ispatlamazsa ne ispatlar, bilemem gayrı.
İncir Çekirdeği
Saat kaç oldu, Başbakan kimseyi tehdit etmedi. Bir arayıp sorsak mı?
Yazının Devamını Oku 27 Mayıs 2011
En başından açık açık söyledim. “Kardeşim bu konuda yazı-mazı yazmam ben.” Ali Sami Yen Stadı arazisinin doğal park olmasını isteyenler resmen hayal tacirliği yapıyordu.
Efendice söyledimse de bir türlü anlamadılar. “Yahu” dedim: “Siz deli misiniz? O kadar değerli bir araziyi bırakırlar mı?”
“O zaman niye deli olduğumuzdan bahset” dediler: “Dünyanın en çirkin yapılaşmasının ortasında nefes alacak bir alan istememiz delilikse, bunun bilinmesini isteriz.”
Düşündüm, Ali Sami Yen muhiti “mecbur kalınmadıkça gidilmeyecek yerler” listemin bir numarasıydı. Hatta sadece görmek bile içimi karartmaya yetiyordu.
O rezilliğin ortasında açılacak yeşil bir alan her şeyi değiştirebilirdi sahiden. şişli’yi tatlı bir yer yapardı.
Ama pes etmedim. Bir avuç hayalcinin dolduruşuna gelmeye niyetim yoktu. “Bu konuda yazmam için romantik hayallerden fazlası lazım” dedim: “İşin içinde rant var mı rant?”
“Rant yok ama olası İstanbul depreminde bölge halkının sığınıp çadır kuracağı bir karış boş alan da yok” dediler: “Park yapılırsa hiç olmazsa adam gibi bir toplanma merkezi olur.”
Sonra aldılar sazı ellerine, konuştular durdular. Yok Şişli sakinleri orada nefes alırmış da, çocukların oynayacağı park olurmuş da, yaz sıcağında hava sirkülasyonu yaratırmış da...
Sonunda tutamadım kendimi: “Efendiler, siz nerede yaşadığınızın farkında mısınız? Burası Türkiye, Finlandiya değil. Elin oğlu millet mutlu olacak diye arazisinden vazgeçer mi?”
“Yazmayacak mısın yani sen bunu?” dediler.
“Yazmam” dedim: “Köşemi romantik hayallerle dolduracak halim yok.”
“Yazmazsan yazma. Biz de seni adam sanmıştık.”
Kalktılar gittiler sonra. Baktım pencereden, Şişli’nin binaları haşyet uyandırıyordu. Uzmanlar yaklaşan depremden bahsediyordu. Hayalcilere pabuç bırakmadığım için rahattı gönlüm.
Yandaş basına teşekkür
Taraf’ın çıkmamış kitabıma “eleştiri” yaparak yandaşlıkta çığır açmasından daha önce bahsetmiştim.
İçinde iktidarın işine gelmeyecek şeyler olduğundan şüphelenen Yıldıray Oğur şöyle güzelinden bir dezenformasyon yazısı döşenmişti.
Ben de şaka yollu “bunu yapacağına arkadaşlarına söyle de yine özel hayatıma falan saldırsınlar” demiştim: “Elinizi kirletmemiş olursunuz.”
Bir de baktım Sabah başlamış çaktırmadan web sitesinde hakkımda gıybet yapmaya.
Ben de bu sayede “yoksa paranoya mı yapıyorum” diye düşünmekten kurtuldum. Kendilerine teşekkür ederim.
İncir Çekirdeği
Ne mutlu ki kasetler değil Nuri Bilge Ceylan filmleri hatırlanacak.
Yazının Devamını Oku 25 Mayıs 2011
İnce iştir ceylanları seyretmek. Sabır ve incelik ister. Kendinizi vermezseniz iletişim kuramazsınız.
Nitekim, “Nuri Bilge Ceylan filmlerinin birinin bile sonunu getiremedim” diyor bir okur: “Aksiyon yok, diyalog az...”
Niye ödül verdiklerini de anlamadığını söylemiş.
Zaten ödüllü filmlere artık prensip olarak gitmiyormuş.
Sinemada böyle bir janrın olduğunu, Ceylan’ın da onun ustalarından sayıldığını anlatmaya çalıştım. Ya anladı ya da kibarlığından anlamış gibi yaptı.
Ama tüm dünyada “kendi halkı tarafından çok seyredilmeyen bol ödüllü yönetmen” diye bir kategori olduğu da muhakkak.
Mesela Ceylan’ın ilham kaynağı İranlı Abbas Kiarostami de pek “popüler” bir yönetmen sayılmaz.
Aynı şekilde, Kim-ki Duk da ortalama bir Koreli’nin fenalıklar geçirmesine neden olabilir.
Yazının Devamını Oku 24 Mayıs 2011
Pazar akşamı, bir grup yazar ve yayıncı Okan Bayülgen’in “Muhabbet Kralı” programında buluştuk.
Hakan Günday’dan Emre Kongar’a, Küçük İskender’den Neslihan Acu’ya, telefonla bağlanan Ece Temelkuran ve Oray Eğin’e...
Can Yayınları’ndan Can Öz ve Doğan Kitap’tan Deniz Yüce Başarır da bize eşlik etti.
Konumuz, kitap okumaktı. Yani şu çılgın dünyada kitapların niye hâlâ yaşadığı, bizim niye kitaplara ısrarla ihtiyaç duyduğumuz.
Konu dağıldı, toparlandı, sonunda keyifli (ve internet yorumlarından anladığımıza göre) izleyicinin de keyif aldığı bir program çıktı.
Hatta Okan Bayülgen biraz da şaşkınlıkla en çok ilgi gören programlardan biri olduğunu söyledi:
Öyle ya, kimin aklına gelir kitabın reyting yapacağı?
Ama görünüşe göre özellikle gençler yazılı kültürle bağlarını koparmamakta direniyor. Bu yüzden sabaha karşı iyimserlikle ayrıldık stüdyodan.
Yazının Devamını Oku 23 Mayıs 2011
Murat Karayılan, hafta sonu Akşam’da çıkan röportajda Serdar Akinan’a öyle cevaplar vermiş ki “yoksa PKK ulusalcı mı oldu?” diye sormak işten değil.
“Biz sorunun demokratik ulus çerçevesinde çözüme kavuşacağını belirtiyoruz” diyor: “Biz bir ulus oluşturalım. Bu ulus tekçi bir ulus değil, çoklu bir ulus olsun. Demokratik ulus, demokratik cumhuriyet, demokratik vatan, ortak vatan çerçevesi çözüm için en ideal çerçevedir.”
Çare olarak da, 1921 Anayasası’nı savunuyor: “Bu temelde ülkenin tek merkezden yönetilmesini değil yerinden yönetimi öngören bir çerçeveyi içermesi gerektiğini belirtiyoruz. Kürtlere özerk statüden Cumhuriyetin ilk kuruluşunda bahsedilmiştir.”
Benimse aklıma, gazeteci ağabeyimiz Orhan Karaveli’nin vaktiyle Yugoslavya lideri Mareşal Tito’yla sohbeti geliyor.
Atatürk hayranı Tito, Bağlantısızlar Zirvesi’ni izleyen Karaveli’ye “Mustafa Kemal sadece bir konuda yanlış yaptı” der: “Her etnik grubu kendi federasyonu içinde tutup birbirine karıştırmayacaktı. Biz öyle yaptık.”
Orhan Karaveli “Kimin haklı olduğunu tarih gösterecektir ekselansları” diyerek cevaplar.
Tarih gösterir sahiden: 90’larda Yugoslavya parçalanarak en kanlı iç savaşlardan birine sürüklenir.
Yugoslavya savaşının federal yapı yüzünden çıktığını belki gençler hatırlamaz. Emperyalist güçlerin gazına gelen Hırvatistan bağımsızlık ilan etti, sonra da olanlar oldu.
Yazının Devamını Oku 21 Mayıs 2011
Cannes Film Festivali Komitesi, Danimarkalı yönetmen Lars Von Trier’i “Hitler’i anlıyorum” dediği için kovalamış. Bununla kalmamış hazret: Hitler’e “belli ölçülerde sempati duyduğunu da” eklemiş: “Yahudi olmaktan mutluydum. Sonradan anladım ki aslında Nazi kökenliymişim. Bu da beni memnun etti.”
Lars Von Trier’le öğrenciyken izlediğim “Avrupa” filmiyle tanıştım. Savaş sonrası Berlin’inde geçen karanlık bir hikâyeydi.
Hitler sempatizanından çok bir uzaylı tarafından çekilmişe benziyordu.
Zaten Hitler dahil kimseye sempati duyabilecek biri olduğunu sanmıyorum Trier’in. Anlamak için filmlerini izlemek yeterli.
Karakterlerine uzaylı kafasıyla yaklaşan, hiçbiriyle empati kurmayan, buz gibi bir yönetmen. O rahatsız edici güzellikteki üslubu da buradan geliyor.
Mesela “Karanlıkta Çığlık” filmi annelik üzerine yapılmış en garip filmlerden biri.
Ama Hitler kurbanları hakkında uluorta geyik yapacak kadar primitif bir ruha sahip olduğu da gerçek. Bunu da en iyi “Manderlay” filminde kestiği eşek bilir.
Hayvan hakları savunucuları ayağa kalkınca eşeğin “olabildiğince dikkatli öldürüldüğünü” ve “hiçbir vicdani sorumluluk hissetmediğini” söyledi: “En azından mezbahaya gitmekten kurtuldu!”
Kendisini yıllardır izleyen biri olarak, bu sözleri samimiyetle söylediğine eminim. Hitler’e sempati duyduğunu söylerken de samimi bence.
Çünkü empatiden nasibini almamış. Film uğruna bir canlıyı öldürmenin ya da binlerce insanı gaz odasına yollamanın niye sorun olduğunu anlayabilecek kadar bile.
Bu yüzden de eleştirilerle karşılaştığında çok şaşırıyor, hatta kırılıyor. Belki de “kendisini anlamayan aptalların” kurbanı olduğunu falan düşünüyordur.
Ama arada bir zurna zırt diyor işte. Cannes’da olduğu gibi. Herhalde filmde kestiği eşeğin ahı tutuyor.
Bu arada, Nuri Bilge Ceylan imzalı “Bir Zamanlar Anadolu’da” filmi de, ödülün en güçlü adaylarından. Kalbimiz kendisiyle.
Süper olmayan starlar
Zeynep Altıok Akatlı’yla 15 yıl önce Kumdan Kaleler albümü vesilesiyle tanıştık. Babası Metin Altıok’un “Evde Yoklar” şiirini besteliyorduk.
Sonra hep arkadaş kaldık. Ne zaman karşılaşsak karşılıklı sevindiğimizi hissettik. Hem onunla hem de annesi yazar Füsun Akatlı’yla.
Şimdi de bir kitapla karşımızda: Türkiye’nin gerçek yıldızlarını anlatıyor: Bilge Karasu’dan Fazıl Say’a, Tomris Uyar’dan Selim İleri’ye...
Zarif fırça darbeleriyle portrelerini çiziyor, çocukluğundan beri göğünü aydınlatan yıldızların.
Göğümüzün yavaş yavaş karartıldığı günümüzde okuyalım ve dilek tutalım. Bakalım gerçekleşecek mi?
İncir Çekirdeği
İnsanların “Atatürk” demeye çekindiği bir Türkiye. Coming soon.
Yazının Devamını Oku 20 Mayıs 2011
Hakan Günday’ın güzel romanı “Az”, Oğuz Atay’dan bahsediyor. Hakan’ın sistem kurbanı kahramanları için “Tutunamayanlar” iyi bir çilingir olmuş. Böylece bizim kuşağın Oğuz Atay mitolojisine bir halka daha eklendi.
Arada kalmış, dalını bir türlü bulamamış 80 kuşağı için “Tutunamayanlar” mühimdir. “Sen de bizdensin” deyip Oğuz Atay’dan bir efsane yarattık.
Ama artık bu efsane biraz yalan geliyor bana. Oğuz Atay’ın bir “tutunamayan” olduğunu falan sanmıyorum.
Şimdiki gençler de olayı biraz “Kaybedenler Kulübü” muhabbetiyle karıştırıyor.
“Kariyer Günleri”ni protesto eden öğrenciler broşür dağıtmış: İki satırda bir “biz tutunamayanlar?” ya da “biz kaybedenler?” lafı.
Belli ki bu laflar “seksi” görünmüş çocuklara. Yazarken kendilerini Nejat İşler gibi hissetmişler.
Yine de artık Oğuz Atay’ı “hayatta bir halt olamamışların” yazarı olarak görmekten vazgeçmemiz lazım. Böyle yapınca adamcağızın asıl derdi anlaşılmıyor.
Yazmayı hayal ettiği kitabın adı bile onun “kaybeden” geyiğinin ötesinde olduğunun ispatı: “Türkiye’nin Ruhu.”
Günlüklerini okuyanlar hayata sıkı sıkı tutunduğunu görebilir. Beyninde tümörle bir hastane odasında çalışacak kadar.
Ulusallaşma sorunumuzu ciddiyetle ele almış, bunu edebiyatın en ciddi türlerinden hicivle ifade etmiş. Aslında ulusalcı aydınların Hanefi Avcı yerine onu okuması lazım.
Bizi duyansa Oğuz Atay’ı bira içip kız kesen çakma Bukowski sanır. Kaldı ki Bukowski de zamanını barda değil, evde geçiriyordu.
Yoksa o kadar kitap nasıl yazılacak.
Oğuz Atay’a “tutunamayan” demek, ancak Demet Sağıroğlu’na “kınalı bebek” demek kadar mantıklı.
En çok arkadaşı Halit Refiğ’in sözlerini seviyorum: “O kadar zeki, o kadar bilgili bir kimse olmasına rağmen insanlardaki kötülük temayülü, kötülüğe yatkınlık onu çok şaşırtmaktaydı.”
Bir Teoman klasiği
Teoman’ın en iyi tarafı, “erkek şarkıcı” olması. En başından beri şehirli erkeğin dertlerini anlattı.
Tanju Okan’ın rock bara takılan haliydi sanki.
Hata yapan, bedel ödeyen, kendisiyle cenkleşen erkeğin öykülerini dinledik ondan. Yani kendi öykülerimizi.
Yeni albümü “Aşk ve Gurur”da da yine yapmış yapacağını. Çok da iyi etmiş. Bence yakında çıkması gereken “Greatest Hits” albümüne kafadan girecek birkaç şarkı var.
Şimdilik “Bana Öyle Bakma”, “Bak Hayatına” ve “Tesadüfen” favorilerim, ama tabii Teoman albümü bu, yarın ne olacağı belli olmaz.
İncir çekirdeği
Siyasette başarının sırrı: Seviyeyi rakibin inemeyeceği yere kadar çek.
Yazının Devamını Oku 18 Mayıs 2011
Malum, biz köşe yazarları billur bir İstanbul Türkçesiyle konuşur, telaffuzda rahmetli Zeki Müren’e taş çıkarırız.
Bu yüzden Devlet Bahçeli “püskevit” deyince bastık kahkahayı. Böyle bir taşralılığı asla kabul edemezdik.
Hadi Oral Çalışlar gibi Oxford aksanıyla konuşan beyzadeleri hoş görelim, bize ne oluyor?
Ayıp değil mi bir insanın şivesiyle dalga geçmek?
İşin şakası bir yana, Bahçeli’nin kastettiği şeyin önemli olduğunu düşünüyorum, bir baba olarak.
Reklamlarla çocukların ilişkisi son derece sorunlu.
Oğlumu her gün yeni oyuncak ve abur cubur markalarını merak eder buluyorum.
Nedeni de çocuk kanallarında çılgınca dönen reklamlar. Reklam pastasında çocukların payı her geçen gün biraz daha büyüyor.
Yazının Devamını Oku