Paylaş
GEÇEN hafta sonunda James Bond’un son filmi 'Dünya Yetmez'in AFM tarafından düzenlenen Beyoğlu Fitaş’taki galasındaydım. AFM’nin davetinde salon tıklım tıklım. Bir kısım davetliler neredeyse merdivenlere oturacak...
Işıklar sönüyor. Film başlıyor. Daha jenerik tamamlanmadan nehir üzerinde müthiş bir kovalamaca sahnesi. İnsanın yüreği ağzına geliyor.
Bir Bond filminde olduğunuzu hemen anlıyorsunuz.
* * *
James Bond, bütün kahramanlar gibi yaratıcısından da, filmlerdeki yönetmeninden de, hatta kendisini ete kemiğe büründüren oyunculardan da bağımsız bir hayat sürdürmekte.
Ian Fleming ile James Bond bağlantısını bilen dahi galiba pek az. Oysa kalemiyle Bond’u o yaratmıştı.
Bond filmlerinin değişik yönetmenlerinin de Bond’u değiştirecek, ona kişisel damgalarını vuracak güçte Bond’u aşan bir şöhretleri yok.
Üstelik İngiltere artık dünyanın kaderini belirleyen devlet değil. Londra dünyanın merkezi olmaktan çoktan çıktı.
Ama Bond filmleri gerçeği aşmakta. Seyirci de bu gerçekdışı durumdan rahatsız olmuyor.
* * *
James Bond sıradan bir kahraman değil. O bir yaşama biçiminin önderi. Macera, hız, teknoloji -özellikle son model otomobiller- ve dünyanın en güzel kızları ile yaşanan aşklardan oluşan bir dünyaya adım atıyorsunuz Bond’la birlikte. Üstelik ortada her zaman bir tür 'dünyayı kurtarma misyonu' mevcut.
Bütün bunlar hayal dünyasının epey zorlanmasını gerektiriyor. Olsun! İnsan hayal ettiği müddetçe yaşarmış...
* * *
Bond’un son filmi, 'Dünya Yetmez,' Kafkas petrolleri ve Türkiye’den geçecek boru hattıyla ilgili güncel bir konuyu işliyor.
İstanbul ise filmde Kız Kulesi ve Küçüksu Kasrı'yla görünmekte. Yalnız, sevgili Atilla Dorsay’ın yerinde tespitiyle, kasır nedense filmde Bakü’de bir malikane olarak görülmekte.
Bond, James Bond, filmde İstanbul’u nükleer bir felaketten kurtarıyor.
Sevgilisiyle başbaşa kutlamasında ise Noel’i hep İstanbul’da geçirmek istediğini söyleyerek, biz İstanbullulara bir jest yapıyor.
* * *
James Bond filmlerini, benim gibi, seviyorsanız, 'Dünya Yetmez'i sakın kaçırmayın.
Asla hayal kırıklığına uğramayacaksınız...
Küçük not: Bu yazıyı salı günü yayımlanmak üzere yazmıştım. Kısmet bugüneymiş...
İstanbul kara teslim oldu
BUGÜN günlerden perşembe. 20 Ocak 2000. İstanbul’da sabah incecikten bir kar yağmaya başladı. Hava açık. Devamlı kar topluyor. Topladıkça da aşağıya serpiştiriyor. Trafiğin olmadığı yerlerde kar kalınlığı öğle saatlerinde bir karışı buldu.
* * *
Öğle sularında bir arkadaşımla telefonla görüşüyorum. Büyük bir işyerinde yönetici. Personelin önemli bir kısmının işe gelemediğini söylüyor.
Öğle yemeğine bir havayolunun genel müdürünün davetlisiyiz. Daveti organize eden reklam şirketinin sahibinin sekreteri arıyor. Ne kendi patronunun ne de davet sahibinin sabah evlerinden çıkıp işyerlerine ulaşamadığını bildirip özür dileyerek daveti iptal ediyor.
Akşam Levent’te Enkay Group’un düzenlediği İmperial Mutfak Kulübü’nde konuşmacıyım. Enkay’dan arıyorlar ve 'bu havada konuklar gelebilir mi, acaba daveti iptal mi etsek?' diyorlar.
* * *
Bunlar benim yaşadıklarım.
Sabah pencerenin önünde yazı yazarken gözüm dışarıya takılıyor. Küçücük çocuklar, ellerinde okul çantaları eve geliyorlar.
Okula gitmeleri gereken saatte eve gelmelerine önce bir anlam veremiyorum. Sonra anlıyorum ki, servis araçları gelmediği için okula gidememişler...
* * *
Sözün kısası, İstanbul ilk ciddi kar yağışında teslim bayrağını çekiverdi.
Böyle mi olmalıydı?
2000’li yıllarda artık bunu ayıp saymamak sözkonusu bile olamaz.
Beyoğlu Northshield
JAMES Bond filminin galasının yapılacağı akşam. Sevgili Mehmet Yalçın telefon etti. 'Şarap Dostları ile konuşacaklarımız vardı, Beyoğlu’ndaki Northshield’de buluşalım mı?' diye sordu.
Northshield adını taşıyan barlar, ortak dostumuz Teoman Hünal’ın icadı. Teoman, İskoçya’da okurken, iç mimari kadar biraya ve viskiye de merak sarmış. Başımıza oradan hem iç mimar, hem de biracıbaşı ve viskicibaşı olarak geldi.
'Deli deliden, imam ölüden hoşlanır' atasözünün ilk kısmı gereğince birbirimizi çok sevdik. Artık birbirimizden mi, yoksa Teoman’ın açtığı Northshield’lerdeki bira ve viskilerden mi orasını bilemeyeceğim, birbirimizden ayrılamaz olduk.
* * *
Bu bira ve viski düşkünlüğü garip bir illet.
İlletin başı da merak. Başımıza ne geliyorsa, bu merak belasından gelmekte.
Normal vatandaş bira diye ne buluyorsa içiyor. Viski de ise en büyük kamplaşma açık renkli ci-bi’cilerle eski kafalı bastonlu viski taraftarları arasında yaşanıyor. Daha doğrusu yakın zamana kadar böyle bir kamplaşma vardı.
Teoman misali zevat, -ki itiraf ediyorum, aralarında ben de varım- bu geleneksel kamplaşmayı yıktı. Açık renk, koyu renk diye bir viski ayırımının bulunmadığını, hele çoğu harmanlanmış viskilerde bunun sadece daha az veya daha çok karameladan dolayı oluştuğunu bilenler bilmeyenlere bıyık altından kıs kıs gülmeye başladı. J&B’nin adını 'cey end bi' diye söyleyeceğine 'ci-bi' diyen ve bir cümlede üç beş İngilizce laf attırmadan duramayanlar da bu malum zevat arasında gülüşme konusu oldu.
Bira ise bilmeyene, tatmayana zor anlatılacak, en azından buraya sığıştırılamayacak derinlikte bir başka konu. Sadece Çek biraları, Belçika’nın trappist biraları, İngiliz 'ale'leri başlı başına birer kitap olacak -ve olmuş- biralar.
* * *
Bu arada ben Teoman’ın yeni yerini bilmediğimi söyledim.
Beş dakika geçmedi, Teoman telefonda. 'Gala çıkışı mutlaka uğrayın' diyor.
Öyle yaptım. İyi de etmişim. O akşamki daveti düzenleyen Şarap Dostları’nın eski başkanı Osman Serim ile de buluşmuş olduk. Mesut Usta, Adnan’ın da yardımıyla, nefis yiyecekler sundu. Mehmet Yalçın, benim de çok beğendiğim bir Famous Grouse içti. Ben nefis bir Guiness birasıyla yetindim.
Bira ve viskiye meraklı iseniz ve yolunuz Beyoğlu’na düşerse Fitaş Pasajı içindeki Northshield’e uğramanızı öneririm.
Paylaş