Paylaş
Son günlerde hangi davete katılsam, otoparklara girerken ciddi bir güvenlik kontrolünden geçiyorum. İstanbul, son zamanlarda kör terörle mücadeleyi öngören bir hayat tarzına alışmaya çalışıyor. Hoşuma giden yan, İstanbullular’ın bu işe pek itiraz etmemeleri.
Şimdi, 'niye itiraz etsinler ki?’ demeyin sakın. Biz Ortadoğulu bir halkız. Kendimizi başkalarıyla eşit düzeyde görmekten pek hoşlanmayız. Kendisini ayrıcalıklı sayan herkes de, halktan farklı bir muameleye hakkı olduğunu düşünür. Bu yapılmayınca da isyan başlar. Umarım bu tedbirler Osmanlı’nın yasağı misali üç gün sürüp geçmez.
Bence buna daha uzunca bir süre ihtiyacımız var.
Hilton’da sinema
Geçen pazar günü canım sinemaya gitmek istedi. Birden aklıma İstanbul Hilton’un başlattığı Millenium etkinliklerinden biri olan sinema geldi. Eşimi de alıp birlikte çok sevdiğim Mary Poppins’i seyretmeye gittik.
Otelin eski kumarhanesini küçük bir sinema salonuna çevirmişler. Şimdi evlere giren dijital video sistemleriyle küçük bir perdede -veya dev bir ekranda, artık hangi deyimi tercih ederseniz- filmi gösteriyorlar. Hilton’da kullanılan Philips’in düzeneği imiş. Görüntü gerçekten pırıl pırıldı. Ses de öyle.
On dakika arada hemen yandaki salonda patlamış mısır aldık, kahve içtik.
Filmden sonra Bosphorus Terrace’da güzel bir yemek yedik. Otelin Operasyon Müdürü Eyüp Özdemir, pazar günleri adetin brunch’ı burada yapıp ardından 15:30’da sinemaya gitmek olduğunu söyledi. Diğer günler ise sinema 20:45’de başlıyor.
Hilton’da sinema bedava. Otelde bir bardak çay bile içseniz, servis görevlisi size sinemaya gitmek isteyip istemediğinizi soruyormuş. Olumlu cevap verirseniz size hemen bir program veriyorlar ve istediğiniz filme rezervasyon yaptırıyorsunuz.
Filmler bu yüzyılın en önemlileri arasından seçilmiş. Seçimde bir isabet olmalı ki, bizim sinemaya gittiğimiz gün sevgili Sevin Okyay da oradaydı. Yalnız geciktiği için filmi kaçırdı. Biz yine de birlikte bir kahve içip biraz sohbet ettik.
İstanbul Hilton bir yandan yapı olarak yenilenirken, öte yandan da düşünmesi bile çok hoş farklı yeniliklere de girişmiş.
Millenium etkinliklerinde daha başka neler var bilmiyorum ama, yüzyılın en önemli filmlerinin gösterimleri bile başlıbaşına çarpıcı ve hoş bir yenilik. Üstelik çok da güzel bir pazarlama yöntemi. Bulanlara ve başarıyla uygulayanlara teşekkürler.
Kurbağabacağı ve siyaset
Seçimlerin eli kulağında. Bir grubun bile değil, aslında bir kişinin mevzii ve şahsi hırçınlıkları dışında kavgasız bir ortamda seçime gidiliyor. Aslında bu 'kavgasız' lafı genellikle 'kavgasız ve gürültüsüz' diye söylenir ama, seçim otobüs ve minibüslerinin İstanbul’daki gürültüsü böyle söylenmesine engel.
Ben bu arada mesleki ilgi alanım olan siyaset ile ilgili yayınları izlerken gözüm İdea Politika’nın son sayısına takıldı. Kosovalı Arnavut lider İbrahim Rugova ile yapılmış son röportajı okudum. Oradan Jacques Juillard’ın 'Büyük Adamlara Ne Oldu?' yazısına çarpıldım. Oradan Makyavel’e, Makyavel’den Thomas Hobbes’a geçtim. Okuduklarımdan müthiş bir keyif aldım. Uygar bir biçimde de yürütülse, seçim kampanyalarını görmezden gelmek mümkün değil. Nutukların, atıp tutmaların, otobüs tepelerinden verilen bol keseden vaatler ile siyasi analiz ve çözüm önerilerinin ne düzeyde bir siyaset olduğunu insan ancak böyle bir okumadan sonra doğru olarak anlayabiliyor.
Tabii bütün bu olup bitenler İstanbul’un o çok canlı gündelik yaşamını pek az etkiliyor.
Beşiktaş’taki La Maison yıllardır bize abartısız ama güzel Fransız yemekleri sunar. Şimdi de kurbağabacağı, salyangoz, Normandiya usulü elmalı ördek ve daha bir sürü Fransız yemeğini yeni mönüsüne almış.
Ayrıca bunların yanında çok hoş bir Merlot şarapları olduğunu da müjdeliyorlar.
Bir yandan siyasetin doruk noktalarında dolaşmak, bir yandan seçim telaşı, bir diğer yandan da kurbağabacağı ve Merlot şarapları ancak İstanbul gibi bir kentin gündelik hayatında yanyana gelebilir.
Kentin eski sakini Bizanslılar’ın şehir kuşatma altında inim inim inlerken melekler dişi midir yoksa erkek mi diye tartışmalarına niye hayret edilir, bir türlü anlamam.
Paylaş