İstanbul'da dışarıya çıkıp bir akşam yemeği yemek bazen bir kâbusa dönüşüyor. Bunun başlıca nedeni, bazılarının kendi arabasını kullanma hevesi. Ben de çoğu İstanbullu gibi arabam varken taksiye binmekten hoşlanmıyorum. Sakallı ve sabun ve suyla arası olmayan, üstelik Taksim Meydanı'nı yolcuya soran şoförler sinirimi bozuyor. Sigara içen birisi olmama rağmen, tütün kokusu sinmiş taksilerden nefret ediyorum. Hele camları kapatıp içeride fosur fosur sigara tüttüren bir sürücüye hiç tahammülüm yok. Şoförün bana müzik eğitimi vermesinden de çoğu kez mutlu olmuyorum. Her şoför de radyoyu kapatması ricamı aynı kibarlıkla karşılamıyor. Sonra araba kullanmak hoşuma gidiyor. İçkiyle fazla aram olmadığı için alkollü araba kullanmak gibi bir durum da sözkonusu değil. Üstelik uzak bir mesafe makul ücrete gidip gelinir olmaktan çoktan çıktı.Bu kadar gerekçe sıralayacağına sen de arabana binip git diyeceksiniz, ama kazın ayağı öyle değil. Çünkü yollar onları fethetmeye azimli bitirim sürücülerle dolu. Ege Cansen'in deyimiyle, İstanbullu sürücülerin ciddi sayılabilecek bir kesimi otomobili bir tür cinsel tatmin aracı olarak görmekte. Bunu da kamuya ait yollarda başkalarını ezip geçmek pahasına yapmakta hiçbir sakınca görmüyorlar.Beyti Güler'i tanıyan zaten bilir. Türkiye'nin bu büyük et ustasıyla neredeyse ayda bir ailecek başbaşa yemek yeriz. Son defasında Florya'dan dönerken, Ataköy marinasının biraz ilerisinde eski model bir Mercedes araba benim frenlerime ayak uyduramayıp arkadan feci şekilde bindirdi. Arabanın arka tarafı -Mercedes kadar sağlam olmadığından- hurdahaş oldu. Mecburen durduk. Arabadan indim, ‘‘Kardeşim yol zifiri karanlık ama fren yaptığımı görmedin mi? Bu nasıl bir sürüş’’ diye başlayan tiradımı sürdürürken birden karşımdakilerin birbirini yerden topladıklarını fark ettim. Her biri yek diğerinden daha sarhoştu ve o esriklik içinde kendini ayık diğerlerini sarhoş görüp grup dayanışması içinde yardımlaşmaya çabalamaktaydılar. Sürücü olanı, ‘‘Ben İstanbul Emniyet Müdürü'nün yiğeniyim’’ deyip yola devam etmemi istedi. Bu eşkıya tavrı karşısında elbette itiraz ettim. Ama adam arabasına binip arkadaşlarını da aldıktan sonra gaza basıp yola fırladı.Bütün bunlara yüz metre kadar ileride trafik kontrolü yapan polislerden biri tanık. Polis kaza üzerine yanımıza gelirken adamın kaçışını gördü. Plakasını not etti. Anons ettireceğini söyledi. İlerideki polis kontrol noktalarında durdurulacağını emin bir dille ifade etti. Biz de aynı yoldan gittik. Hiçbir noktada adamın yakalandığına tanık olmadık. Üstelik Taksim'e gelirken kırmızı renkli arabalarının içinde biralarını içip serinleyen gençlere rastladım. Camı açıp, ‘‘Biranızı şişeden içmeyin, ayıptır’’ dememe eşim engel oldu. ‘‘Sen kendi işine bak’’ diye uyardı. Bu uyarıdan hız ve ilham alarak eve gelince kendi işime konsantre olup 155'i defalarca aradım. Çalan telefonu kimse açmadı. Ertesi gün ‘‘paşa paşa’’ arabayı götürüp bir güzel tamir ettirdim. Parasını da ‘‘kuzu kuzu’’ ödedim. Enayiliğime yanmakla yetindim.BEYKOZ'DAKİ EŞKIYABirkaç hafta sonra bu yıl ilk kez bir davet dolayısıyla Hayal Kahvesi'ne gittim. Gitmez olaydım! Aslında restoran, Boğaz'ın Anadolu yakasında, Beykoz sınırları içinde, gerçekten güzel bir yerde. Yanında kentin en muteber restoranlarından ikisi daha var. Sunset ve 29. Kıyıda bir ‘‘üçü bir yerde’’ düşünülmüş. Eğlence dünyası açısından bilinmeyen bir yer keşfedilmiş. Gelenler de burayı keşfetmekten mutlu olmalı. Böylece Beykoz gibi biraz kıyıda köşede kalmış bir semte canlılık kazandırılmış. Kötü mü olmuş? Evet, kötü olmuş! Çünkü kentin en seçkin sayılacak restoranlarına giderken eşkıya yolu kesiyor ve haraç alıyor. Benim gibi haraç ödemek istemeyenler için ise gece rezil oluyor. Yediğiniz de, içtiğiniz de burnunuzdan fitil fitil geliyor. Zira eşkıya direnenlere dünyayı dar etmekte kararlı ve ediyor da.İşin acıklı tarafı, eşkıyanın üniformalı olması. Üzerlerinde belediye trafik zabıtası üniforması var. Gerçekten de belediyenin kadrolu personeli. Deli Dumrul misali, geçenden bir akçe, geçmeyenden iki akçe almakta. Bir de utanmadan yalan söylüyorlar. ‘‘Park ücreti için’’ diyerek yol kesip -burada herhangi bir teşbih yok, yolu kelimenin sözlük anlamında kesmekteler- paranızı alıyorlar. Benim gibi saflar da ‘‘üniformalı kamu görevlisi yalan söyleyecek değil ya’’ deyip parayı vermekte. Sonra yüz metre kadar aşağıya inip otoparka girince orada bu kez bir başıbozuk sizden tekrar park parası istiyor. ‘‘Yukarıda verdim’’ deyip makbuzunuzu gösterdiğinizde ‘‘Onlar Beykoz Belediyesi'nin adamları. Belediye'ye haraç alıyorlar. Burası bizim park yerimiz’’ diyorlar.Saflıkta belli bir sınırınız yoksa, onlara da inanıyorsunuz. Öyle ya, adamlar parasını verip park yerini kiralamışlar. Park hizmetinden para kazanacaklar. Ama restoran sahipleri aynı hikâyeyi anlatmıyor. İşletmeciler başlangıçta park alanının işletmelerinin bir uzantısı olduğunu iddia etmişlerse de, Beykoz Belediyesi'ni ikna edememişler. Belediye park alanı için ayrı bir ihale açmış. Hayal Kahvesi'nin ortaklarından biri, hikâyeyi şöyle anlatmakta: ‘‘İhale için muhammen bedel olarak yıllık altı yüz milyon lira bedel biçildi. İhaleye katılacaklardan da iki yüz milyon liralık teminat istendi. Biz buraya bir bardak içki içecek yüksek bir park ücretinden rahatsız olacağını düşündüğümüzden ihaleye katıldık. Amacımız park hizmetini bedava yapıp bunu bir promosyon olarak kullanmaktı. İhale altı yüz milyondan başladı. Ben artırmayı bırakıp gittiğimde havada uçuşan rakam üç yüz seksen dört milyardı. Bize ihalenin -sıkı durun- üç trilyonda bittiği söylendi.’’Bu işlerden biraz anlıyorsanız, bu paranın artıran tarafından ödenmediğini kolayca tahmin edebilirsiniz. Alt tarafı iki yüz milyon liralık teminatı yakarsınız, olur biter. Böylece orayı da bir başkasına yar etmemiş olursunuz. Yerin rantı bu miktarın çok üzerinde olduğu için, bunda bir beis görülmez. Bu hikâyenin sonucu da otoparkın bir sahibinin falan olmaması. Peki oradaki adamlar kim derseniz, meçhul bir babanın evlatları oldukları söylenebilir. Aile bütçesine katkıda bulunmak için gece gündüz gelip gidenden para tahsil etmekteler. Oradakileri bir tür üniformasız eşkıya olarak tanımlayanlar da var. Çünkü onlar da haraç almakta diyorlar. Ama bu sonuncular için, ‘‘hiç değilse arabama göz kulak oluyorlar’’ diye bir züğürt tesellisi mevcut. Beykoz Belediyesi'nin üniformalı şakileri için böyle bir teselli de yok.DEVLET NEREDE?Bütün bunlar olurken devlet nerede diye sual eden benim gibi safdillere inanmayacakları bir cevabım var. Devlet bütün bunlar olurken bizzat oradaydı. Davete Ulaştırma Bakanı Necdet Menzir, polis arabaları eskortunda gelerek katıldı. Belediye'nin üniformalı şakileri Bakan geçerken pata selama durdular. Hemen arkasından da haraç toplamayı sürdürdüler. Necdet Menzir aşağıda Boğaz'a karşı içkisini yudumlarken yüz metre ileride eşkıya haraç almaya devam ediyordu. Üç metre ilerilerinde de bir trafik polisi arabası vardı. Polislere, ‘‘Bu soyguna müdahale edin’’ dediğimde aldığım cevap, ‘‘Onlar Belediye Başkanı'nın emir kulu’’ yolunda bir saçmalıktı.Kanunsuz emir olmayacağını bilmek için anayasa hukuku okumaya gerek yok. Hatta hukuk bilmek bile gerekli değil. Üstelik kamu vicdanına böylesine zıt bir uygulama yasal olsa bile, meşru olamaz. Ben, kırklı yaşlarını süren bir Türk, tanıdığım son şakinin Hamido olduğunu sanmakla ne kadar yanılmaktaymışım meğer. Eşkıya çoktan şehri basmış da haberimiz yokmuş. Uygarlık kelimesi Batı dillerinde kent kelimesinden türetilmiştir. Arapça medeni de Medine'de, yani kentte oturan biri anlamına gelir. Doğunun ve batının üzerinde anlaştığı ender kavramlardan biridir uygarlık. Her iki dünyada da kentli olmakla özdeşleştirilir. Şehri şakiler basmışsa, o ülkede uygarlıktan nasıl söz edilebilir? Uygar olmak iddiasındaki herkesin gündelik hayattan alınmış şu küçük örnekleri düşünmesini istersem, acaba çok mu uçuk bir dilekte bulunmuş olurum dersiniz?