Paylaş
Depremin olduğu akşamki yataktan fırlayışımı herhalde bir ömürboyu unutamayacağım.
Korku ve heyecanı belli etmemek için ne kadar çaba sarfettim. Bunu yalnız ben bilirim.
Ama depremin ertesi günü televizyon ekranlarından dehşet sahnelerini seyrederken korku ve heyecan yerini gözyaşlarına bıraktı. O insanların haykırışları, acz içinde çırpınmaları, yakınları için duydukları sonsuz endişe yüreğime adeta nakşoldu. Bu korkudan ve heyecandan öte bir şeydi.
***
İnsanın doğa karşısındaki güçsüzlüğü ve boyuneğişi yüzyıllar öncesine ait bir duygu olmalı.
Kader, çağımızda artık dar bir alana sıkışıp kalmalı. O, eski Yunan tanrılarına atfedilebilecek bir özellik. Günümüzde ise, akıl ve tedbir sözkonusu, kör talih değil!
Oysa televizyon ekranlarından seyredilen manzaralar, sanki bir başka çağa ait gibiydi.
Yıkılan evler, yanan tesisler, yarılan yollar, çöken köprüler kadere atfedilemeyecek kazalar.
Bunların sonucunda sokaklarda perişan olmuş insanlar da öyle.
Tedbirsizlik, açgözlülük, parayı her şeyin üstünde saymak, beşeri değerleri hiçe saymak ne menem bir şeymiş bu deprem sonrasında bunlara acı acı tanık olduk.
Gözyaşlarım o yüzden çokca öfkeye dönüştü.
Yeryüzündeki deprem, bu yüzden ruhumda başka depremlere yol açtı.
+++
Felaketin merkezinin İstanbul’a daha yakın olması, hiç şüpheniz olmasın, depremin sonuçlarını geniş kitleler için çok daha korkunç bir hale getirebilirdi. Felaketin şeddelisi olurdu. Artık o nasıl bir şeyse!
Ölü ve yaralı sayısının yüzbinleri bulması işten bile değildi.
Bunu ben değil, işin uzmanları söylüyor.
Ama kulak asan kim?
İnanılmaz bir tevekkül, her şeyin Allah’tan geldiği anlayışının çarpık kaderciliği körüklemesi karşısında isyan etmemk mümkün mü?
Evet, şüphesiz bir takdir-i ilahi var. Ama buna karşı irade-i cüziye diye bir kavram da yok mu? İnsana düşen önlemler niye sözkonusu edilmiyor?
İşte Şark kafası ile çağdaş Batılı zihniyetin anlaşamadığı, hatta çarpıştığı nokta burası.
Medeniyetin bizzatihi tanımı bu.
***
Kulaklarımdan hiç gitmeyen bir cümle var: İnsanları deprem değil, binalar öldürüyor!
Bunu söyleyen Kandilli Rasathanesi müdürü, bir deprem uzmanı.
Sözünü ettiği binalar çürük, çarık, çalınmış çırpılmış malzemeyle kural tanınmadan yapılmış muhteris yapılar. Yoksa eli yüzü düzgün yapıların tümü, Richter ölçeğiyle 7 şiddetindeki bu depreme pekala dayandı. Benim oturduğum evde bir bardak bile yerinden oynamadı.
***
Sevgili Ayşen Gür, dünkü yazısında açgözlü ve hırsız müteahhitlere verip veriştirmiş. Çok haklı. Ama bu gerçeğin yalnız bir yüzü. Oysa gerçeğin birden fazla yüzü var.
Nitekim bir başka suçlu bu binalara gözyuman belediye yetkilileri.
Hürriyet-İstanbul’un birkaç gün önceki bir sayısında İstanbul’da kaygan zemin üzerine yapılan evlere nasıl izin verildiğini sormuştuk. 20 yıl öncenin jeolojik raporları, siyasi ihtiras uğruna hasıraltı edilmişti.
Hatta ben Ayşen’e takıldım. 'Sen bunu yaz, ben de başyazarımız yirmi yıl içinde jeoloji biliminin hiç yol almadığını savunuyor diye bir cevabi yazı yazayım' dedim. Gülüştük. Meğer bu gülme birkaç gün içinde acı bir tebessüme dönüşecekmiş. Nereden bilebilirdim?
***
Büyükşehir Belediye Meclisi’nin on katlı binalar için zemin araştırması şartı getirmesini de, bugün aynı acı tebessümle karşılıyorum.
Acaba yaşadığımız felaket bize bir ders verir mi? Bu zorunluluğu bütün yapılar için getirebilir miyiz? Belediye Meclisi’nin sayın üyeleri, siyasetçilikle halk dalkavukluğunun arasındaki farkı nihayet görebilirler mi? Halka kavuk sallamanın ötesinde halkın gerçek çıkarlarını savunabilirler mi?
***
Herkesin hırsız ve muhteris müteahhitlere verip veriştirdiği bir ortamda, bunlara katılmakla birlikte, farklı birkaç noktaya da dikkat çekmek istiyorum.
İnsaf ile düşünelim. İstanbul’daki binaların tümü müteahhit eliyle mi yapılıyor? Hayır! Birçok kötü yapının müteahhiti de bizzat bina sahibi veya sahipleri. Daha büyüğünü yapma, daha fazla kazanç sağlama ve bunu ne pahasına olursa olsun gerçekleştirme isteği kara bir yılan gibi çoğumuzun içinde çöreklenmiş. Kişisel kazanç hırsı, kendi güvenliğimizi bile bir yana itmeye götürüyor bizi. Çünkü oralarda çoğu kez biz oturuyoruz. O yapılarda oturacak diğer insanlar ise zaten hiç umurumuzda değil.
Üstelik, bunları yaparken sığındığımız 'başımızı sokacak bir ev' sloganı çoğu zaman kuyruklu bir yalan. Biz arsa yağmasından pay kapıp servet edinmek istiyoruz, başımızı sokacak bir yuva değil. Öyle olmasa gecekonduların üzerindeki demir filizlerinin işleri ne? Gecekondu diye başlanıp birer apartman irisine dönüşmüş derme çatma yapılar nasıl açıklanabilir?
***
Kaçak olanlar hariç, İstanbul’daki yapıların tümü, iyi kötü bir mimar ve-veya inşaat mühendisinin imzasını taşıyor. Mesuliyet gerektiren bu imzaları atanların bugün hiç mi vicdanı sızlamıyor diye çok merak ediyorum doğrusu.
Bu iş bir estetik sorunu değil ki, su kaldırsın.
Proje ve inşaatlardaki sorumlu imza sahipleri üniversite mezunu insanlar. Cahil deseniz, cahil değiller. Aptal deseniz, hiç de öyle görünmüyorlar. Öyleyse bu imzaları nasıl attmaktalar? İşte işin o tarafını da ben anlayamıyorum.
Mimarlar ve Mühendisler Odası, Türkiye’ye nizamat vermeye çalışacağına biraz da üyelerine nizamat verse herhalde çok daha iyi olacak.
***
Bir de yardım çalışmaları sırasındaki manzara tüylerimi diken diken etti.
Yardıma koşanların çoğu zaten korku içinde paniklemiş sokaktaki vatandaş.
Onlara kahraman askerimiz, polisimiz, itfaiyecilerimiz ve üniversitelerde oluşmuş gönüllü kurtarma ekipleri yer yer eşlik etti.
Sivil savunma örgütü koca bir yalan olduğunu ortaya koydu.
Valiliklerin hiçbir tedbir almadığı apaçık ortaya çıktı.
Büyükşehir belediyeleri suçüstü yakalandı. Düşünün İzmit’te koca bir rafineri cayır cayır yanıyor ve Büyükşehir Belediyesi Başkanı Sefa Sirmen, 'Fransa ve Almanya’dan gelecek uçaklar inşallah yangını söndürecek' diyor. Pes vallahi! Senin aklın bugüne kadar neredeydi kardeşim? Böyle bir yangının olabileceğini hiç öngörmediniz mi?
Kısacası devlet bu işte bence sınıfta kaldı.
***
Son sözüm de özel sektöre.
Devletten dev ihaleler alan, böylece müthiş servetler edinmiş sayısız müteahhitimiz var.
Bunlar o kadar zengin ki, milyarlarca dolarlık futbolcu transferlerinde paralarını harcarken bir an bile tereddüt etmiyorlar. Yani para o kadar çok.
Üstelik yurtdışında devletin desteği ile sayısız büyük ihale almaktalar. Bu nedenle de ellerinde büyük makine parkları oluşmuş.
Bu hazretler, özellikle dışülkelerde paralarını tahsil edemeyince devletin kapısını da çalmakta bir an tereddüt etmezler.
Ey Hazretler: Böyle bir felaket anında niye bir tekiniz bile yardım çalışmaları için makinelerinizi seri bir karar ve uygulama ile yardım çalışmalarına vermediniz? Sizin bu kadarcık olsun aklınız mı yok?
Anayasa’da Türk milletinin tasada ve kıvançta ortak olduğu yazılı.
Bunun için millet olmaya bile gerek yok. Bir aşiret, bir kabile bile böyle bir anda dayanışma gösterir.
İnanmıyorsanız bize anında yardım gönderen İsrail’e, Yunanistan’a, Japonya’ya, Almanya’ya, Fransa’ya sorun. Onlar gerçekten hepimize bir insanlık dersi verdiler...
Paylaş