Paylaş
İstanbul’u eşsiz bir kent yapan, onu süsleyen, olağandışı kılan nedir?
Bu sorunun belki birden fazla cevabı var. Yine de bunların içinde Boğaziçi başta gelenlerden biri, belki de birincisi. Öyle olmasa bunca şair, bunca besteci ona yüzyıllardır övgüler yağdırır mıydı hiç!
* * *
Gelin görün ki, Boğaziçi’nin kadrini ve kıymetini bildiğimiz asla söylenemez.
Önce, uygarlıktan sözedilen her ülkede, hele bu çağda, böyle bir yer mutlaka kamuya maledilir.
Bizde ise Boğaziçi’nin önemli bir kısmı sanki özel talan alanı. Kitabına uyduran burada kendine bir yer edinmekte. Jean Jacques Rousseau’nun 'Eşitsizlik Üzerine Söylev'inde söylediği gibi, bu sözümona uyanıklar çevrelerinde buna inanan aptalları bulunca da talanlarını bir hak olarak tescil ettirmekte.
* * *
Üstelik bunu oldukça vahşi bir biçimde yapmaktayız. Ağaçları keserek, koruları yok ederek, eski binaları yakarak, olmayan eski binaların hayal ürünü rölövelerini çıkartıp yerlerine sözümona aynılarını yaparak Boğaziçi talanını sürdürmekteyiz.
Kamu otoritesinin bütün bu olup bitenler karşısındaki aczi ise insanı çıldırtacak bir düzeyde.
Boğaziçi’ni böylece bir bina çöplüğüne çevirdiğimizi acaba ne zaman anlayacağız?
* * *
Bu eşsiz suyolunun güzelliğini yok etme savaşımızın sınırları sadece yukarıda anlatılanlarla çizilmiyor.
Geçenlerde bir arkadaşımla Çırağan Palace Kempinski’deki Q Bar’a gittik.
Arkamızda saray, önümüzde Boğaziçi ve uzaktan Anadolu yakasının inanılması güç güzellikteki silueti gözlerimizi almakta.
Boğazı yalayarak bize ulaşan rüzgár, sıcak yaz gününde içimizi ürperten bir letafetle esiyor.
Acaba bir düş dünyasında mı yaşıyorum diye düşünüyor insan ister istemez.
* * *
Birden önümüzden petrol artığına bulanmış pis plastik şişeler, naylon artıkları, çöpler resmigeçit yapmaya başladı.
Güzellikle çirkinliğin bu akılalmaz biraradalığının adeta gerçeküstü bir yanı vardı.
Brecht’in bir oyunundaki 'katarsis'le oyunun seyrine kapılmış seyircinin kendine getirilmesine benzer bir olayı yaşadığımı hissettim.
* * *
Boğaziçi bir çöplük değil.
Ama gelin de bunu bizim insanımıza anlatın.
Aslında kamuya ait alanların hiçbiri genel çöplük değil.
Evine ayakkabısını kapısının önünde çıkartıp bırakarak giren, ama arabasında sefa yaparken camını açıp sigarasını arabanın küllüğünde söndürmek yerine sokağa fırlatan sözümona İstanbullular bunu nereden bilecek?
Servis adabı
Eşim turneye gittiği için bir süredir yaz bekarı olarak yaşıyorum.
Bunun bir sonucu da sürekli dışarıda yemeğe çıkmak. Bu yüzden bazı servis yanlışları giderek gözüme çarpmakta, hatta neredeyse gözüme girmekte.
* * *
Cumartesi günü Yılmaz Karakoyunlu aradı. Biraz kızgın bir biçimde, Dante Kebabçısı diye bir yeri duyup duymadığımı sordu. Yılmaz Bey, cumartesi günü Sabah’taki köşesinde yazdığı gibi, bunu Dante’ye bir hakaret olarak algılamış.
Rastlantı bu ya, sözünü ettiği yerin ortaklarından biri, çok yakın bir arkadaşım aracılığı ile beni bir sonraki akşam yemeğe davet etmişti.
Yemeğe gittiğimizde soğuk birkaç meze söyledik. Bu arada sıcak meze siparişlerimizi de -servise kolaylık olsun diye- önceden verdik.
İster inanın ister inanmayın, soğuk mezelerle sıcak olanlar aynı anda masaya geldi. Böylece ya sıcak mezeleri soğuklardan önce yememiz, ya da sıcak denen mezeleri soğuk yememiz gerekiyordu.
Patronlar masamızda oturduğuna göre bu bir servis hatasından çok adeta bir itibar gösterisiydi. Ama ne yanlış bir gösteri!
* * *
Dün aynı semtte, birkaç yüz metre ötedeki Köşebaşı’na gittim.
Burhan Karaçam’ın Mersin’den getirttiği ve neredeyse zorla meşhur ettiği bu kebabçı, hálá öyle mi bilmem ama, bir zamanlar İstanbul sosyetesinin uğrak yeriydi.
Bir çöp şiş ve bir de tavuk kanatı ızgarası söyledim.
Garsonun beni tanıdığı falan yok. Patron da hiç oralı olmadı. Demek burada şöhretimiz geçmiyor. Dolayısıyla itibar falan sözkonusu değil.
Ama servis sırasında yine aynı uygulama: Şiş ile tavuk masaya aynı anda geldi! Sanki ikisini birden yiyeceğim!!!
* * *
Tamam anladık, kebab bir taşra yemeği. Ama burası da İstanbul ve hep söylendiği gibi başka İstanbul da yok...
Paylaş