Paylaş
Şimdi sanırım bir iki küçük gazetede gene çıkıyor ama eskiden birçok gazetede kızlı erkekli birçok kişinin eş ya da arkadaş aradığı ilanlar çıkardı...
Erkeklerin verdiği ilanlarda en çok kullanılan söz ise ‘‘Arkadaşlarım yakışıklı olduğumu söylerler’’ sözüydü...
İşte bunun gibi, ta çocukluğumdan beri de arkadaşlarım, hep benim sesimin güzel olduğunu söylerler...
Sesimin aslında pek fena olmadığını ben de biliyorum ama gerçekten methedildiği kadar var mı şu yaşıma geldim hala tereddütteyim...
En iyisi ben size bu konuda olanı biteni anlatayım, bendeki sesle ilgili kararı siz verin...
* * *
Ben şahsen sesimin ve konuşmamın güzelliğini ilk kez Salacak Bahçe Sineması'nda gazoz sattığım yıllar öğrendim...
Bir gece film oynarken, hem de en heyecanlı yerinde film koptu... Onarımı da biraz uzamaya başladı...
İşte o ara sinemanın sahibi Talat abi telaşla beni makina dairesine yollayıp, ‘‘Orada bir mikrofon var onu açsınlar... Al mikrofonu 'Meraklanmayın film az sonra başlayacak' de...’’ dedi.
Makina dairesine koştum, mikrofonu elime alıp dediğini yaptım... Ve sinemada bir alkış koptu... İşte ne kadar etkileyici ve beğenilen bir sesim olduğunu ilk orada anladım...
Daha sonra arkadaşlar o alkışın filmin başlama haberine olduğunu falan söylediler ama ben biliyorum ki, bir kısmı film için de olsa alkışın çoğunluğu benim o etkileyici sesimeydi...
O aralar bizde inanılmaz bir Alaturka merakı vardı...
Zira sözünü ettiğim Salacak Bahçe'sine o zamanlar Hamiyet Yüceses'ten Müzeyyen Senar'a, Perihan Altundağ'dan ortalığı birden kasıp kavurmaya başlayan Zeki Müren'e en ünlü şarkıcılar gelirdi... Biz de o konserleri kaçırmaz, konser sonrası sokaklarda sabahlara dek, bir avaza onların şarkılarını söyleyerek dolanırdık...
Daha çok mevzilendiğimiz yer ise Doğancılar parkının karşısındaki alçakça duvarın üstüydü...
Grubumuzda benden sonra (!) sesi en güzel olan arkadaş Hüsnü'ydü...
Hüsnü'nün bana üstünlüğü ses güzelliği değil de sesinin gürlüğüydü... Söylenene göre Hüsnü'de 4 oktav ses vardı ki, o zamanlar dünyaya gelmiş geçmiş en güçlü ses olan İma Sumak adlı kadının sesi de 5.5 oktavdı... Bu oktav da ses güçlülüğünü gösteren bir ölçü oluyor... Dahası, şu ‘‘do re mi fa’’yı soluklanmadan aşağıdan yukarı kaç kez çekersen bu senin sesinin oktavını yani gücünü gösteriyor...
Bizim türkü patlattıkları zaman yere göğü inleten, acılı sesli o İbo'larımız vs.'mizin sesleri de çok oktavlıdır...
Zaten soyadı ‘‘Sumak’’ olduğuna göre o dünyanın gelmiş geçmiş en güçlü sesi İma Sumak da büyük bir ihtimalle herhalde aslen Güneydoğu yörelerindendi...
* * *
Evet bizim Hüsnü'nün sesi gerçekten gümbür gümbürdü ama, nasıl diyeyim, biraz betti...
Hüsnü şarkı söylemeye başladığında yalnızca bizim semtten değil, civar mahallelerden, yakın semtlerden de Hüsnü'yü dövmeye gelirlerdi...
Ben sesimle ilgili gerçekleri tüm çıplaklığıyla, ilk kez Üsküdar Musiki Cemiyeti'ne gittiğimiz gün öğrendim...
Bu bizim Hüsnü'nün rahmetli Emin Ongan'ın kurduğu Üsküdar Musiki Cemiyeti'nde bir tanıdığı varmış...
Birgün bana, ‘‘Gel gidelim, cemiyet korusuna girelim’’ dedi...
Hüsnü'yü daha önceki teşebbüslerinden tanıdıkları için içeri sokmadılar... Beni aldılar...
Gırtlağının altına keman sıkıştırmış olan bir bey benden en iyi söylediğim şarkıyı söylememi istedi...
Ben de ‘‘Bir ihtimal daha vaaar...’’a girdim... Adam bir süre dinledi...
‘‘Tamam da sizin cemiyete alınmanıza hiç ihtimal yok...’’ dedi...
Ben de kulak varmış ama ses yokmuş...
Ulan ne demek ki bu?.. Kulak dediğin herkeste var... Hem ikişer tane...
Gerçeği o zaman anladım...
Zaten ondan sonra da müziği ikinci plana atıp hemen spikerliğe döndüm...
* * *
Şarkı söyleme konusunda sesim başarılı olmayabilir... Zaten benim o işte üstelik saz falan da çalmama rağmen gönlüm yoktu...
Benim asıl yüreğimde yatan spikerlikti...
O zamanki idolüm ise Orhan Boran, sevgili Orhan Baba'ydı...
Radyoda onun tek programını, tek hecesini kaçırmıyor, o konuşurken söylediklerini de kimseye çaktırmadan tekrar ediyordum...
Orhan Boran'ın en büyük özelliği doğal konuşmasıydı... Zira spikerler konuşurken genelde doğal seslerinin dışına çıkarlar, hafiften ıkınarak o ‘‘dublaj sesi’’ dediğimiz yapmacık sesleriyle konuşurlar...
Neylesinler ki bu yapaylık insanın doğasında var... Ben de o gençlik yıllarımda, örneğin telefon çaldığında telefonu açmadan önce muhtemelen bir hanım arıyor diye, yarım saat gırtlağımı temizler, sesimi şöyle bir davudileştirmeye çalışırdım... Sesi tam kıvamına getirdiğimde ise bu kez telefon kapanırdı...
* * *
Bu spikerlik işi içimde fena halde yer etmiş ki, bu durumu yıllar sonra, o ara Günaydın gazetesinde birlikte çalıştığımız rahmetli Afif Yesari'ye açtım...
Aslında iyi bir yazar olan Afif abi, bu arada hem filmlerde oynuyor ama daha çok da dublaj yapıyordu...
Afif Yesari birgün beni alıp deneme yapmak üzere bir film dublajına götürdü...
Benim elime bir metin verdiler... Ben de perdedeki görüntüye göre elimden geldiğince o lafları okumaya başladım...
Derken, birden tüm teknik donanımın bulunduğu, seslerin kaydedildiği arka odada bir kavga çıktı... Dublaj şefi teknisyen arkadaşa, ‘‘Bu cızırtı da ne?.. Tekin beyin sesi duyulmuyor!..’’ diye bağırmaya başladı...
Teknisyen arkadaş ise şefe, ‘‘Abi cızırtı falan yok... O duyduğun Tekin beyin sesi...’’ dedi...
Tüm hayallerim de o zaman yıkıldı zaten...
İşte o gün bugündür köşemde SESSİZ sedasız oturuyorum...
Ve de sesimin değerinin anlaşılacağı bir fırsatı kolluyorum...
Paylaş