Paylaş
Hz. Hamza, Simurg üzerinde Kaf Dağı'na gidiyor. (Topkapı Sarayı Müzesi)
Her toplumun öyküleri vardır. Hiçbir toplum, salt kurallarla yaşayamaz. Toplumun yönetimi değişebilir, toplumun dili değişebilir, toplumun dini değişebilir ama toplumun öyküleri kalır. (Örneğin Türkler Müslüman olmadan önce anlattıkları öyküleri, Müslüman olduktan sonra da anlattılar. Ufak tefek değişikliklerle öyküler kaldı. Dede Korkut en belirgin örneklerdendir.) Mekanik yaşam, robotiktir, insanî değil. Her toplum, öyküler üretir. Doğaüstü güçler, insanın en eski hayal ürünlerinden biridir. Canavarlar, hayaller, ejderhalar, göklerin üzerinde dolaşan varlıklar, konuşan hayvanlar, ölmeyen ve zaman zaman ortaya çıkan özel insanlar… Hepsi, yeryüzünde var olduğumuzdan bu yana hayal gücümüzle ürettiklerimizdir. Hiç kimsenin görmediği ama hemen herkesin bildiği şeylerdir onlar. Bu nedenle sanat vardır. Öykü ürettiğimiz için vardır edebiyat; öyküleri dinlemeyi sevdiğimiz için vardır tiyatro; öyküleri görmeyi sevdiğimiz için resim ve heykel vardır; her öykü bizde farklı duyguları canlandırdığı, ruhumuza iyi geldiği için vardır müzik. Sanatsız toplum olmaz. Sanat yoksa, orada toplum olmaz. Kuşkusuz bilim de vazgeçilmezdir ama bilim, yaşamak için vardır, sanat, yaşadığımız için. (Yazın bunu lütfen bir kenara, iyi laf oldu.) Sanat yoksa orada olan şeye yaşamak değil, hayatta kalmak denir. Örnekleri yeryüzünde maalesef hâlâ var.
KEŞKE BİRAZ…
Simurg yesin diye Rüstem'e vahşi hayvanlar getiriyor.
Hep derim ya, hiçbir kültür saf ve katışıksız değildir. (Birkaç Amazon yerli kabilesi hariç olabilir.) Eğer savaşıldıysa, ticaret yapıldıysa, göç edildiyse ve daha başka pek çok şey yaşandıysa, her toplum/topluluk/kültür, çevresinde bulunanlarla iletişim içinde kalır ve kültürel alışveriş kaçınılmazdır. Komşunuzda veya bir arkadaşınızda yediğiniz ve beğendiğiniz bir yemeğin tarifini alır, evde dener ve yersiniz. Artık o yemek, sizin de evinizin parçasıdır. Size tarifi veren kim bilir kimden öğrenmiştir onu ve kim bilir hangi ülkenin, hangi yöresinin mutfağının, hangi zaman dilimine tarifidir o? Eh içine de kendi yorumlarını kattıysa aradakiler, ortaya tam olarak özgün olmayan ama yemeğin yolunun geçtiği her mahallenin bildiği ve farklı yorumlarla orijinalini andıran pek çok tarif çıkmıştır, Ama uzman bir yemek tarihçisi, o yemeğin ilk halini de bilir. Siz inatla “Bu benim tarifim” deseniz de, uzman, arkeolojik kanıtlardan edinilmiş bilgilerine dayanarak yemeğin, bundan iki bin beş yüz yıl önce -mesela- Şanlıurfa dolaylarında ortaya çıktığı bilir. İşte kültür ve toplumsal her şey böyledir. Sen sadece senin sanırsın ama değildir. Keşke biraz okusak!
MEKÂNIMIZ UÇMAK OLSUN
Kuşlar, çok değerlidir. Dünyanın her yerinde yaşarlar ve her kültürde mutlaka bir yerleri vardır. (Vahşice gelebilir ama onları yeriz de!) Biz “en gelişmiş, en muhteşem” canlı olan (hadi oradan) insanlar, birbirimize kızınca “kuş beyinli” deriz ama kuşlar, insanın hep yapmak istediği halde yapamadığını yaparlar. Uçarlar!Uçmak, doğal olarak havada gerçekleşen bir eylemdir. Yani “yukarıda”. Yukarısı ise, insanın en eski zamanlarından beri kutsaldır. Çünkü bizi var eden, bizi seven, bizi cezalandıran ne varsa, gökten geldiğine inanmışızdır. Kültürlerdeki örneklerini defalarca inceledik burada, tekrarlamayalım. En yakınından, Türklerin “Gök Tengri”sini (Gök Tanrı) söyleyip bırakalım. Eski Türklerde “cennet”e “uçmak” denmesinin bununla ilgisi olduğunu söyleyen uzmanlar var ama fikir birliği yok. Bence ilgisinin olması, olmamasından daha kuvvetli olasılık. Geçelim.
ŞAHİNİN UÇTUĞU GÖK
Kuşlar gökte uçarlar ve tanrılar göklerdedir. İnsanın eski inancı bu. Madem tanrıya, yani kutsala yakınlardı, o halde onların da içlerinde kutsal olanlar olmalıydı. Ama mesela serçe olamazdı çünkü yeterince yüksekte uçmuyorlardı. Bu nedenle en yükseğe uçan kuşlara kutsiyet verilmeye başladı. En yükseklerde, hepimizin malumudur, avcı kuşlar uçar. Alıcı kuş da denir hani. Avcı kuş, en eski kutsal metinlerden olan Avesta’da “saena”, Pehlevî dilinde “senmuru”, Sanskritçede “syena”, kuzey İran-Azerî lehçelerinde “sain” olarak geçer. Sonradan bizim dilimizde “şahin” olarak geçen kuşun adı buradan gelir. Bu bilginin üzerine oturan Farsa kuş anlamındaki “morğ” sözcüğü (morg okuyabiliriz) ile şimdi öğrendiğimiz “sain” birleşince, ortaya “sain+morğ” çıkar ki, zamanla ağızlarda “Simurg”a dönüşür. Farsçanın güzelliğiyle Simurg olarak tanıdığımız mitolojik kuşun, bize pek çok sözcük veren diğer bir dil olan Arapçadaki adı “Anka”dır. Anka Arapça “uzun boyunlu” demektir. Biz “simurg” sözcüğünü, dilimize yakın ve tanıdık bir sözcük olan “zümrüt” olarak değiştirip bu kuşa “Zümrüdü Anka” demişiz. Bu kuş, Arap kültüründe Kaf Dağı’nda, Fars kültüründe ise Elburz Dağı’nda yaşar. Her iki dağ da kutsal ve mitolojiktir. Bakmayın, Elburz gerçek bir dağdır, Kaf Dağı gibi değildir ama nitelikleri mitolojiktir, burada ele almak şu anda yanlış olur.
KENDİ GÖRÜNÜMÜNDE AVCI KUŞ
Türkler, Orta Asya’da yaşarken, batılarında İran (Pers-Fars kültürü), doğularında Çin, güneylerinde Hindistan vardı. Hepsiyle doğal olarak temas halindeydiler ve birbirlerinden kültür alıp verdiler. Çin kültürü de kutsal kuşlarla doludur. Tıpkı Hind ve Fars kültüründe olduğu gibi. Ama Türklerin de kendi kuşları vardı ve çoğu zaman bu kuş bir kartaldı. Yukarıda “şahin” derken aslında “avcı kuş” demek istediğimizi görmüştük. Kartal da avcı kuş elbette ve adının başka olması bizi yanıltmasın. Kartallar yüksek uçar nihayetinde. Türk kültürünün kutsal kuşunun adı Humay (ya da Kumay) idi. Biz Ortadoğu’ya doğru ilerledikçe, onların Anka’sı veya Simurg’u ile birleşti ve zamanla bunlar tek bir kuşa dönüştü ama aslında başka kuşlardı. Fakat ne kadar başka olurlarsa olsunlar, hepsinin mitolojik/inançsal işlevleri aynıydı: Ulaşamayacakları yükseklik yoktur, tanrı katına ulaşırlar, kutsaldırlar.
CENNET KUŞU HÜMA
Hüma Kuşu ve yavrusu
Türk düşüncesinde Humay, ki sonradan Hüma adını almıştır, cennet kuşudur. Çünkü cennet yukarılarda bir yerdedir ve oraya ancak o ulaşabilir. Cennet kuşudur çünkü cennette yaşar, yeryüzünde yuvası yoktur. Yukarıdan aşağıya iner. Bütün bu kuşların (ya da tek bir kutsal kuşun) pek çok özelliği vardır. Avesta’dan bu yana, tek bir tüyünün iyileştiremeyeceği hastalık yoktur mesela. İran edebiyatında Zâl’ın oğlu Rüstem’i yetiştirmiştir ve Rüstem’in hayatını mucizelerle doldurmuştur vs. Kuşku yok ki, yazılan her şeyi yazıldığı gibi anlamak yerine, onların anlatmak istediğinin üzerinde dursak, çok daha derin, çok daha yüksek anlamlar çıkartmak mümkündür ve nitekim her inancın farklı bakış açısına sahip ilahiyatçıları da öyle yapmışlar. Uçup yükselmeyi, tensellikten kurtulup ruhaniliğe ulaşmak olarak yorumlayanlar çoktur. Bunun için ölmek gerekmez. Her neyse, felsefeye girince çıkamayız. Fakat dâhil olduğumuz kültürün çok önemli bir öyküsünden bahsetmek isterim.
OTUZ KUŞ
Feridüddin Attar anlatır kuşların dili anlamına gelen eseri “Mantıkü’t-Tayr” veya “Mantık Al-Tayr”’da. Bütün kuşlar toplanıp, “padişahımızı bulmak isteriz” diye konuşurlar. En bilgeleri olan Hüdhüd (Hüt Hüt) kuşuna giderler ve akıl danışırlar. Hüdhüd bunlara, “Bizim padişahımız zaten var. O size çok yakındır ama siz ona çok uzaksınız” der. Kuşlar anlamaz tabii. Hüdhüd’ü rehber tayin edip başlarlar Kaf Dağı’nın ardına doğru uçmaya. Padişahları olan Simurg’u bulacaklardır. Yolculuk tehlikelidir. Birçok kuştan sadece 30’u geriye kalır ve ulaştıkları yerde, Simurg’un, aslında kendilerinin oluşturduğu bütün olduğunu anlarlar. Bu nedenle “simurg” sözcüğünün, “otuz kuş” anlamına geldiğin ileri sürenler de vardır. Haksız sayılmazlar çünkü Farsça “si” otuz anlamına gelir. Morg da, yukarıda görmüştük: Kuş! Buradaki hisse, Tanrıyı arayanın kendisinde bulacağıdır ki başta Mevlânâ olmak üzere tüm tasavvuf ehli, zaten bunu anlatmışlardır ömürleri boyu.
GÜNLÜK HAYATIMIZIN İÇİNDE
Mantık Al-Tayr, kuşların dili. Kuşlar toplanmış konuşuyorlar, zaten içlerinde olanı bulabilmek için.
İşte tüm kültürlerin ürettiği kutsal kuşlar, bizde hem Hüma, hem de Zümrüdü Anka adıyla bir araya gelmişlerdir. Çok yükseklerden uçan Hüma, kültürümüzün içine öyle bir sinmiştir ki, Erzurum yöresine ait, bugün her yerde duyabileceğimiz şu uzun havayı bilmeyenimiz yoktur:“Yavri yavri, Hüma Kuşu yükseklerden seslenirOğul, yar koynunda bir çift suna beslenirYavri yavri sen ağlama kirpiklerin ıslanırOğul, ben ağlım ki belki deli gönül uslanır.
Yavri yavri sen bağ ol ki ben bahçende gül olimOğul layık mıdır yanam yanam kül olimYavri yavri sen efendi, ben kapında kul olimOğul koy desinler bu da bunun kuludur.”
SANAT BİZİZ
Demem o ki dostlar, kültür insana has ve hayatın en lezzetli tarafı. Nefis bir yemeğin bir malzemesini ayıklayıp, “İşte bu benim kültürüm” demenin anlamı yok. Hepimiz, bütün insanlığın mirasının üzerinde yükseliyoruz ve kültürün eseri olan sanatla yaşayabiliyoruz. Dert çeken birinin yukarıdaki uzun hava ile gözyaşı dökmemesi zor. Bilelim ki o duygu bize binlerce yılın mirası ve bunu, yani kültürlerin ortak ürünlerini bize ulaştıran, sanattan başka bir şey değil. Sanatla kalınız.
BU HAFTA SONU HAVA VE DENİZ
AÇIK VE KIRILMIŞ BİR SOĞUK
Havanın lodosa dönmesiyle Güney Marmara’daki sıcaklıklar, yükseklere yağan karın soğuğunu biraz kıracak gibi görünüyor. Hafta ortasına kadar etkili olacak güneyli rüzgârlar, haliyle sıcaklığı da belirli bir düzeyde tutacaktır. Ama ondan sonrasını bilemem. Yağış şimdilik beklenmiyor. Hava hayli açık. Doğrusunu söylemek gerekirse böyle havalarda üşümek daha da kolay. Aman dikkat. Sağlıcakla.
Paylaş