Kenar mahallenin tarihi

İnsanın, onbinlerce yıllık yaşam birikimi, bugün dünyanın dört bir yanında duyabileceğimiz ve sanki hiç birbiriyle ilgisi yokmuş gibi duran sözcüklerin öykülerinde saklı.

Haberin Devamı

Kenar mahallenin tarihi

Bergama da konuya ilişkin örneklerin görülebileceği, en güzel antik kentlerimizden biri. Foto Mert Kahveci Unsplash

Antik dönemin kentlerinde, ki Anadolu’da bolca bulunurlar ve içinde bulunduğumuz mevsim oraları gezmek için idealdir, dikkati çeken bir durum vardır. Şehrin merkezinde, tapınak(lar), agora (ticaret merkezi-AVM) bulunur ve şehrin varlıklı insanları bu merkezdeki evlerde yaşarlardı. Hemen tapınağın ve agoranın yanında yamacındaki evler varlıklılarındı. Günümüzde varlıklı kesimin şehrin gürültüsünden ve kalabalığından uzak yerlerde yaşadığını (bazen de sırf modaya uymak adına hiç istemediği halde yaşamaya çalıştığını) biliyoruz. Peki neden bundan 2-3 bin yıl önce tam tersi geçerliydi? Neden, varlıklı kesim şehir merkezinde, işçiler ve yoksul kesim şehrin merkezden uzak mahallelerinde yaşardı? (Tabii şehir derken, günümüz şehirlerini düşünmeyelim lütfen. Günümüz şehirleri, antik çağın aklının alamayacağı büyüklükte. Antik şehirler, birkaç istisna dışında, bugün en fazla bizim iri bir köyümüz kadar yer kaplar.) Konuyu anlayabilmek için, aslında daha önce üzerinde çokça durduğumuz bir konuyu kısaca hatırlamak gerekiyor. Antik dönemden daha eskiye, MÖ 10 bin dolaylarında başlayan Neolitikten de önceye, son 2 milyon yılı kapsayan Paleolitik çağın belki de en uzak köşelerine gidiyoruz şimdi ışık hızıyla.

Haberin Devamı

MAKSAT YANIT BULMAK

Kenar mahallenin tarihi

Bakın mesela Göbekli Tepe'ye. İnanç orada ama devlet henüz hayal bile değil.

Her şey insanın, çevresine ve kendi varlığına anlam verebilmek için sorduğu (veya çok da bilinçli olmayarak kafasında oluşan) sorulara yanıt verme çabasıyla başladı. Bilim, bilgi, kaynak olmayınca, insan neye nasıl yanıt versin? Yer neden sallanıyor? Yağmur neden yağıyor? Sonradan adına rüzgâr dediğimiz şey de ne ola ki? Tepemizde dolanıp duran büyük yuvarlak ve çok parlak ışık, bizi nasıl ısıtıyor? Üstelik ne ki o öyle? Neden o ufkun ötesinde kaybolduktan sonra karanlık oluyor? Karanlıkta gökyüzünde parlayan şeyler ne? Neden şu tepedeki ağaca kuvvetli ve çok gürültülü bir ışık düştü gökten de ağaç ve çevresindeki her şey yandı bitti kül oldu? Biz neden ölüyoruz? Ölünce ne oluyor? Bunların sebebi ne? Bunlar gibi daha milyonlarca soru, aklımızda dolanıp dururken, üstelik bir de etrafımızdaki vahşi hayvanlar, çetin doğa koşuları gibi tehditlerle uğraşırken, hemen her şeyin kaynağı gibi görünen “gök” ve orada bulunan ilahi, doğaüstü güçlere bağladık olup biteni. Gök gürültüsü o doğaüstü güçlerin sesi olmalıydı, oradaki çok parlak ışık da belki o doğaüstü gücün ta kendisiydi…

Haberin Devamı

ALO… ALO… GÖKLER?

Derken, o doğaüstü güçlerle iletişim kurmak gereği duyduk. Öfkeliyse gökler, yatıştırmak veya bizden ne istediğini anlamak gerekiyordu. En başından beri bir çeşit klan/kabile düzeninde yaşarken, içimizden biri çıkıp onlarla iletişim kurmayı başardığını ilan etti. Hayata dair her şey, doğaüstüne olan inancımızla ilintiliydi ve zaten inanmaktan başka çaremiz de yoktu. Zaten olan biten her şey, tek açıklaması olan doğaüstünün kendisi dışında, kanıt da gerektirmiyordu. Gök gürültüsü de onun kanıtıydı, yağmur da, rüzgâr da, ölüm de, rüzgâr ile eş tuttuğumuz nefes de, deprem de… Her şey.
İlahlarla iletişim kuran kişi, en büyük itibara, en büyük statüye sahip oldu böylelikle. Kabilede herkes onun sözünü dinledi, dinlemeyenin vay halineydi! Şaman-lider, rahip-şef, artık adına ne dersek… O zamanlar ne diyorduk bilmiyoruz ama Sümer’de, Mısır’da gördüğümüz rahip-krallar, işte onbinlerce yıl öncesinden gelen o şaman-liderlerin izidir. Mısır’ı hatırlayınız mesela… Ne diye firavunlar kendilerini “tanrı falancanın oğlu” olarak görüyorlardı? Bu nedenle işte. Gökle, atalarla, ruhlarla konuşan şamanların ardından, yavaş yavaş doğaüstü güçler, ilahlara ve ismi olan tanrılara dönüştüler zihnimizde. Liderlikle birlikte, tanrılarla böyle içli dışlı olma hali, şefin, tanrının oğlu/kızı olma iddiasını da ortaya çıkardı. Liderlik, kimsenin itiraz edemeyeceği tanrılardansa, çok daha pekişiyordu çünkü. Kutsala kim itiraz edebilirdi ki?

Haberin Devamı

DEVLETLEŞTİRSEK DE Mİ SAKLASAK?

Kenar mahallenin tarihi

Bergama da konuya ilişkin örneklerin görülebileceği, en güzel antik kentlerimizden biri. Foto Mert Kahveci Unsplash

Derken tapınaklar gelişti, “devletleşme” emareleri belirdi ve “en güçlü insan” olan rahip-kral, “tanrılara hizmet sunmak, onlara adaklarda bulunmak, kurban kesmek ve tapınağın bakım giderlerini karşılamak” için halktan vergi toplamaya başladı. Yani devlet de, vergi de inançla başladı yeryüzünde. Göbekli Tepe’ye bakınız mesela. İnanç oradadır ama devletin “d”si hayal bile değildir henüz.
Vergiler toplandı, tapınaklar genişledi, yapılması gereken işler için bir rahip ve ailesinden daha fazla hizmetkâra gereksinim duyuldu. Rahip-krala daha yüksek vergi ve bağışta bulunanlar tapınakların yakınlarında oturmaya başladılar ki zaten ilk önce rahip-kral ve ailesi hemen tapınak çevresindeydi. (İlk başta içindelerdi hatta.) Lafı uzatmayalım, tapınak ve çevresinde, varlıklılardan oluşan bir kitle yavaş yavaş belirmeye başladı. Ayrıca rahip-kral da, istenen vergiyi ödeyemeyen ya da ödemekte zorlananlara, “Gözüm görmesin sizi” gibisinden birşeyler söylemiş olabilir. Çünkü artık alınan vergilerden, ufak ufak şekillenmeye başlamış toplumsal organizasyonun (sonra biz buna devlet diyecektik) gereksinimleri de karşılanmaya başlamıştı ve tüm birikimi rahip-kral (ya da şef, artık ne derseniz) ve ailesi kontrol ediyordu.

Haberin Devamı

KENAR MAHALLE TARİHİ

Güce yakın olmak isteyen ve ekonomisi yeterli düzeyde olanlar, elbette fiziksel olarak da güç odağına yakın durdular. Hele tarım başlayıp ona bağlı ticaret de yoğunlaşınca, ticaret işlerinin gerektirdiği insan gücü ve kaynak da bu sınırlı topluluktan karşılanır oldu. Yani hem rahip efendi ve ailesi hem de ona yakın bir zümre, ticareti de, vergiyi de, parayı da elinde tutar hale geldi. Elbette hem tapınak hem de ticaret merkezi veya diyelim ki çarşı, kısaca ekonominin ekseni, birbirine fiziksel olarak yakındı zira zaten sözünü ettiğimiz bu grupların elindeydi işler ve inanç mekanizmasının getirileri. Bu nedenle tapınaklarla ekonomik merkezler (çarşılar vs.) hep birbirine yakındır, ören yerlerinde bu nedenle öyle görürüz. Ve elbette varlıklılar bu merkezde yaşardı, yoksullar ve işçiler de şehrin dışına doğru. “Kenar mahalle” kavramı, binlerce yıl önceye dayanır bu yüzden.
Ticaret ve para işin içine girince, çevredeki şehirlerin (devletler şehirlerden ibaretti o zamanlar) iştahı kabarmaz olur mu? Bunun için de savunma ortaya çıktı. Savunma için surlar ve elbette askerler gerekir. Eh, devletin masraflarını varlıklılar karşıladığına göre, o masrafı pek de karşılayamayan varlıksızlar da asker olmalıydı. “Bedelli “ yoktu o vakitler.

TEK BEYİN

Haberin Devamı

Kenar mahallenin tarihi

Antik Mısır'da herkes firavuna, yani Mısır Kralına hizmet etmek zorundaydı. İsterse etmesin. Tanrıların oğluydu o, fena olurdu sonra.

Din ile devlet, iç içeydi… Binlerce yıl boyunca. Hem dinin hem de bugün anladığımız anlamda olmasa bile devletin başı tekti, aynı kişiydi. Tek bir beyinden yürütülüyordu işler. Ve bütün insanlar da ona boyun eğmek, ona itaat etmek zorundaydı. Kral ölünce, oğlu, bazen de kızı geçerdi liderlik koltuğuna. Ama soydan giderdi rahip-krallık ve zavallı halk da, gücünü bir zamanlar yapılmış bir uydurmadan alan, diğer insanlardan hiçbir farkları olmayan rahip-kral hanedanının, sahiden de tanrıların onlara bir lütfu olduğuna inanırdı. Halk buna inandı, rahip-kral ve çevresini hem besledi, hem korudu, hem hizmetini gördü. Güç odağı diyebileceğimiz bu “yönetici” kesim, komşu kentin hazinesine göz diktiğinde, her kentin ayrı ayrı olan tanrılarından kendilerine ait olanının, komşu kentin tanrısına kızdığını uyduruverir, zavallı halk da askeriyle, dişiyle tırnağıyla savaş girerdi. Çünkü tanrıları bunu istemişti, öyle diyordu rahip-kral ve çevresindekiler. Madem emir ilahiydi, o halde yerine getirilmeliydi. Savaşlarda zavallı halk öldü, rahip-kral efendi ve çevresi daha da zenginleşti. Halkın görüp görebileceği ise sadece eskisinden biraz daha şatafatlı tapınaklardı, o kadar.

RA-Sİ, REŞA, ROŞ

Tek beyinden söz ettik yukarıda, onu cebe koyalım şimdi. Beyin nerededir? Kafada veya başta. Baş, kafa, beyin anlamlarındaki Sümerce sözcük, “ra-si” veya “ra-şi”dir. Sümerceden hemen sonra Güney ve Orta Mezopotamya’nın dili olan Akkadcada ise bu sözcük “reşum”dur. Akkadcadan türeyen Aramca “reşa”, ondan türeyen İbrani dilinde “Roş”tur aynı kavram için kullanılan sözcük. Komşu topraklarda yaşayan İndus kültürü, yani bizim sonradan Hintler olarak tanıyacağımız insanların dilindeki (Sanskrit) “raja”yı ise daha yakından tanıyor olabiliriz. Raja, şef, lider demektir, önce saydıklarımızın geldiği anlamla aynı. Sümerce “ra-si” ile çıktığımız bu kısa etimoloji turunda, Arapça “şef, lider” anlamına gelen sözcüğün “rais” olması ve bizim dilimize “reis” olarak evrilmesi de bizi fazla şaşırtmamalı.

REJİYE SORALIM HEMEN

Hint-Avrupa dil ailesinin, Sami komşularıyla da etkileşimi kaçınılmaz olduğuna göre, biz bugün İngilizcede var olan “kraliyet” anlamındaki “royal” sözcüğünün nerelerden kalkıp geldiğini anlamakta zorluk çekmeyiz sanırım. Latincedeki “rex”in kral olması, Sanskritteki “raja”dan değilse neredendir? Latince “rex”ten yola çıkıp bir kraliyet, yani “regnum” sözcüğünün, daha sonra film/tiyatro yönetmeni “rejisör”e, yönetme/düzen anlamındaki “rejim”e, televizyonlarda sık sık duyduğumuz “reji”ye dönüşmesi şaşırtır mı bizi peki? Tapınak ve yönetim düzenlemesi anlamındaki “regülasyon” lafı da dağdan gelmedi herhalde. Aynı yerden… “Kurallara veya düzene uygun” anlamındaki “regular”, “kural veya düzen dışı” anlamındaki “irregular” sözcükleri de bizde olmasa da Batı’da nerede söyleseniz anlaşılır kelimelerdir.

OYDU İŞTE KÖHNEMİŞ ZİHNİYET

Şimdi sıkı durun lütfen. En başta neden anlattık, varlıklıların yani zenginlerin ve yönetici sınıfın aynı kitle olduğunu dersiniz? Anlattık çünkü bugün İngilizcede “zengin” anlamına gelen “rich” de aynı kökten! İnsanın, onbinlerce yıllık yaşam birikimi, bugün dünyanın dört bir yanında duyabileceğimiz ve sanki hiç birbiriyle ilgisi yokmuş gibi duran sözcüklerin öykülerinde saklı. İnsanın, uydurup uydurup oluşturduğu düzen, günümüzün toplumlar arası adaletsizliklerinin de kaynağı. Ve bu gidişe dur diyebilenlerin yükselerek ilerledikleri bir dünya bu. Din ile devleti ayıran laikliği benimseyenlerin ve onu yürütebilenlerin gücüne bakın şöyle bir. Bu yüzdendir “itaat” coğrafyasından, “sorgulayabilme özgürlüğü” coğrafyasına seri göçler. Bu yüzdendir Atatürk’ümüzün, “köhnemiş zihniyet” derken bütün bunları kastedişi. İnsan uydurması adaletsizliği, yine insan düzeltecek elbette. Çağımız, yardım beklemeyi bırakıp, kendi başımızın çaresine bakmanın zamanıdır. O yüzden koştura koştura soluğu Batı’da almaya çalışıyor Doğu’nun halkları.

Yazarın Tüm Yazıları