Hem akıllıca diplomasi yaparak dostlarımızı artırmak hem bu sahada elimizi güçlendirmek lazım.
Musul ve Kerkük’ü Türkiye’nin vilayetleri yapmak şeklindeki içi boş hamaset bir tarafa, hiçbir toprak talebi içermeyen Fırat Kalkanı ve İdlib operasyonlarının nasıl bir diplomatik zemine dayandığını hiç akıldan çıkarmamak lazım.
ULUSLARARASI ZEMİN
Fırat Kalkanı operasyonuna hiçbir ülke itiraz etmedi. Çünkü DAİŞ’e karşı “koalisyon” devletleri tarafından isabetli bulundu. Operasyon da bu çerçevede kaldı, 2000 kilometrekarenin ötesine gidilmedi.
İdlib operasyonunun diplomatik zemini bellidir: Genelkurmay’ın açıklamasında “Türkiye, Rusya, İran garantörlüğünde, Astana sürecinde...” deniliyor.
15 Eylül 2017’de varılan “Astana mutabakatı”na uygun olarak bu operasyonun “Gerginliği Azaltma Kontrol Gücü” sıfatıyla yapıldığı belirtiliyor.
Söz konusu mutabakata göre Türkiye, Rusya ve İran “Çatışmasız Bölgeler”de 500’er kişilik askeri kuvvetle “gözetleme ve keşif timleri” bulunduracaktı.
İdlib operasyonu bunun uygulamasıdır.
Parti teşkilatlarıyla ilgili olarak yapılan işlemlerin devamı...
Partinin Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın şu sözleri işlemlerin gerekçesini ortaya koyuyor:
“Tabii partideki görevlileri (partinin üst yönetimi) gerektiğinde istifasını istemeden de görevden alabilir. Belediyelerdeki durum tabii ki farklı. Onun iki yöntemi vardır: Partiden ihraç veya görevi ihmal veya kötüye kullanmaktan dolayı yapılabilir.
Tabii ki biz bu yolları denemek istemiyoruz.”
MUHALEFETTEN OLSAYDI
Evet, parti yöneticilerini parti yetkili kurulları görevden alabilir.
Tabii ki belediyelerdeki durum farklı. Çünkü belediye başkanı parti tarafından aday gösterilse de halk tarafından seçilmiştir...
Halk seçtiği içindir ki, partisi belediye başkanını görevden alamaz.
Tarihe ideolojimiz için malzeme devşirmek üzere bakmak da tarihi anlamamıza aynı şekilde engel oluyor.
Muhafazakârların kurguladığı Abdülhamid imajıyla tarihe bakılırsa o dönemin sorunlarını da Abdülhamid’in davranışlarını da anlamak mümkün olmaz.
İşte, Abdülhamid’de “diplomatik davranış” egemen olduğu halde, bugünkü iktidarın dış politikasına bir tür tarih zemini kazandırmak amacıyla ona buna meydan okuyan bir Abdülhamid imajı kurgulanıyor.
AMA HANGİ ATATÜRK?
Çeşitli Atatürk kurguları da ideolojik ve siyasi bakışlara göre çok farklı, hatta birbirine zıttır. Bu yüzden günün siyasetine göre onun sözlerinin makaslandığı, yasaklandığı zamanlar da oldu.
Merhum Attilâ İlhan’ın solcu ve Üçüncü Dünyacı “Gazi” kurgusu tamamen Milli Mücadele dönemine dayanır, sonrasını en azından ihmal eder.
Bir de Attilâ İlhan’ın haklı olarak “Alafranga Atatürkçüler” dediği kesim vardır ki, onlar da “Mustafa Kemal Paşa”yı ihmal eder.
Hangi kesimden olursa olsun, ideolojik kurgular
Bu tablo İslam dünyasında mezhep faktörünün ne kadar etkili olduğunun bir örneğidir. İran’ın Ortadoğu’da en önemli siyasi dayanağı, kendi sınırlarını aşan Şii dayanışmasıdır.
Buna karşılık Suudi Arabistan mukabil bir mezhep siyaseti güdüyor, İran’a İsrail kadar karşı olduğu gibi kendi nüfuz alanlarında Şiilere özel baskı uyguluyor.
ORTADOĞU’DA SİYASET
Tunuslu bilge İslamcı lider Gannuşi “dinle siyasetin ayrılması” gerektiğini, bunun dini de siyaseti de özgürleştireceğini söyleyerek bütün İslam düşüncesinde son derece önemli bir açılım yapıyor fakat Ortadoğu’daki tablo bu!
Ortadoğu’da DEAŞ da Haşdi Şabi de mezhep motivasyonuyla kan döküyor.
Böyle bir coğrafyada Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Şiilikte olağanüstü kutsiyete sahip olan Hz. Ali ve Ehl-i Beyt’e özel saygı ifade etmesi isabetli bir davranıştır.
İnşallah mezhepçi katılıkların yumuşamasında böyle davranışların zaman içinde olumlu etkisi olur.
Fakat elbette yetmez. İslam dünyasında insani ve rasyonel düşüncelerin gelişmesi için Ali-Muaviye ihtilafının itikat konusu olmaktan çıkarılıp
Toplumu ve firmaları motive etmek için hedefler koymak çok iyidir fakat somut programları yapılmazsa hedefler gerçekleşmiyor.
Önce ‘gidişat’a bir bakalım.
BAŞARILAR DÖNEMİ
Sayın Erdoğan “500 milyar dolar ihracat” hedefini, 11 yıl önce TİM’de yaptığı konuşmada açıklamıştı. Şöyle diyordu:
Kabaca 2011’e kadar bütün temel kanunlarımızı AB normlarına uyarladılar. En önemlisi 2004 yılında Anayasa’nın 90. maddesinde değişiklik yaparak milli ve yerli hukuku ikinci dereceye indirdiler, evrensel hukuku üstün hukuk normu olarak anayasa hükmü haline getirdiler.
Bugün ise hukuk, yargı bağımsızlığı, özgürlükler gibi konularda muhafazakâr iktidarla AB arasında kavga var.
‘DAVA’ UĞRUNA
Bu yazıyı polemik için yazmıyorum, gerçekler ortada zaten.
Bu yazıyı, on beş yıllık tecrübenin muhafazakâr zihinlerdeki etkisini irdelemek için yazıyorum.
Hukuk, hak ve hürriyetler, yargı bağımsızlığı gibi on yıl boyunca vurgulanmış kavramlar tamamen unutuldu mu?
Unutanlar az değil. İktidarın dünkü ‘liberal’ politikalarını da bugünkü baskıcı politikalarını da “dava uğruna” desteleyenler çok elbette.
“Dava”
Siyasi kararla faizi indirmek tabii esnafın hoşuna gider, oy da getirir. Sermaye sıkıntısı çeken esnaf için elbette düşük faiz, hele de mümkünse faizsiz kredi büyük bir özlemdir.
Ama gelinen noktada hem enflasyon hem faiz yükseldiği gibi, faizi hayatımızda daha yaygınlaştıracak çok önemli bir adım atıldı: Artık sadece paraya değil, altına da faiz verilecek!
Açıklamayı Mehmet Şimşek yaptı, hem onun görevidir hem rasyonel düşünceli bir insan olduğu için daha bir güven yaratır.
ALTIN İÇİN FAİZ
Yastık altında 100 milyar dolar gibi muazzam değerde altın stoku varmış. Bütün modern-öncesi (geleneksel) toplumlarda altın, yastık altında saklanan bir tasarruf aracıdır.
Halbuki modern ekonomi para, altın, gümüş gibi değerlerin piyasaya intikal ederek “sermaye”ye dönüşmesi gerekir.
Bunun araçlarından biri faizdir.
Şimdi elinde altın olanlar bunun karşılığında
Cumhurbaşkanı’nın deyişiyle; “Otur oturduğun yerde, paran pulun var, petrolün var, rahat dur”.
Fakat zaten bunlara sahip olduğundan durduğu yerde oturmuyor. Hatta kendi kamu kurumlarını Türkiye’nin de yardımıyla kurmuş olmasının özgüveniyle geri adım atmıyor ve işte kamu tesislerini Bağdat hükümetine devretmeyi dün reddetti, kriz tırmandı.
OSMANLI TECRÜBESİOsmanlı’da Rum, Bulgar ve Ermeniler Müslümanlardan daha eğitimli ve zengin olduğu için daha özgüvenli idiler. Makedonya’da 1900 yılında Rum okullarında öğrenci sayısı 57.602 iken, Müslüman okullarında öğrenci sayısı 29.851’di.
Ekonomik açıdan da tarihçi François Georgeon Abdülhamid dönemini “Hıristiyan azınlıkların altın çağı” olarak tanımlar.
Bu özgüven onların milliyetçiliklerini kabarttı.
Bugün Çeklerle Slovakların yaptığı gibi tokalaşıp ayrılmalar olmadı, olamazdı. Herkes çok büyük acılar çekti.
Değerli tarihçi Şükrü Hanioğlu’nun dediği gibi, Osmanlı artık 19. yüzyılda “anokronik bir eski tip imparatorluk” durumuna düşmüştü: Osmanlı’nın dini kimliklere dayalı eski “millet sistemi”, artık ayrılıkçı hareketlerin verimli bir zemini olmuştu.
Okuma-yazma geliştikçe Arnavut ve Arap milliyetçilikleri de gelişecekti.