Yazarak gençlere umudu aşılıyorum

İş insanı, yazar Özkan İrman, hayatı ilk Bursa Pirinç Hanı’nda esnaf babasının yanında henüz yedi yaşındayken öğrendi. Bugün yüzlerce kişiye istihdam sağlayan girişimcilik kazanımlarını daha o yıllarda edinirken, bilginin ve servetin doğru aktarılmadığında nasıl yok olduğu gerçeğiyle de aile hikâyesini yazarken yüzleşti. Mezeci Çırağı kitabı ve filmi ile başlayan farkındalığını, yedi yılda kaleme aldığı otuz kitabı ile aktarmaya devam eden İrman, “Kendimi bir anlamda yazmaya ve umudu yeşertmeye adadım” diyor.

Haberin Devamı

Özkan İrman, sohbetimizde Anadolu’nun en ücra köşelerine kadar binlerce kitap ulaştırarak, söyleşiler gerçekleştirerek özellikle gençlere “Ben başardıysam siz de başarabilirsiniz” mesajını verme gayesinde olduğunun altını çizdi. Her biri farklı ufuk açan özelliklerini bir röportaja sığdırmakta zorlandığım İrman ile engin bir okyanus dediği çocukluğunun izlerini sürüp, yazmayı tutkuya dönüştürdüğü kitaplarına uzanan dolu dolu bir söyleşi gerçekleştirdik.

Yazarak gençlere umudu aşılıyorum

Röportaj fotoğrafları: Çağlar Şapolyo

 İş insanı unvanınızın yanına, kitaplarınızla yazar kimliğinizi de eklediniz. “Neden yazıyorum?” sorusunun sizdeki yanıtı nedir?
İz bırakan ne varsa ömrümde, onları tek tek yazarak göçmek isteyenlerdenim. Bu gaye uğruna uğraş veriyor, en küçük vaktimi yazmaya ayırıyorum. Değerli mi değersiz mi diye bir kaygım yok. Tek kaygım, usuma düşüp yazmak üzere not aldığım bir konuyu, duyguyu, kişiyi yazamadan göçmek bu dünyadan. Yazamama gibi bir derdim hiç olmadı. Tam tersi vakitten yana derdim var; hem iş hem hayat yükü arasında yazıyorum çünkü. Hali hazırda kaleme aldıklarımla; denemeler, hikâye, roman, şiir kitabı derken 30 kitapta toplandı yazdıklarım. Ama inanın yaşamımın kırıntısı bile değil!

Haberin Devamı

Yazarak gençlere umudu aşılıyorum
Ekmek parası serüvenini çocuk yaşta öğrenmişsiniz. Bursa Pirinç Hanı’nda geçen ilk kitabınız Mezeci Çırağı ve filminin sizde ayrı bir yeri var biliyoruz. Sonraki yazma sürecinize nasıl bir katkısı oldu?

Ekmek parası serüvenini tam olarak öğrendim mi bilmiyorum, hala devam ediyor çünkü. Evet, çocuk yaşta babamın yanında, o serüvenin tam ortasında buldum kendimi. Çünkü 1970’li yıllarda çocuklar çıraktı, kalfaydı, yani ailesine mutlaka yardım ederdi çalışarak. O zamanlar apartman çocukları daha şanslı gelirdi bize. Şimdi bir çocuğun ya da bir yetişkinin el becerilerinin gelişmemiş olduğunu gördüğümde üzülüyorum. Ve fark ediyorum ki Pirinç Hanı hayata atılmak konusunda çok şey katmış bana. Elimizden çakımız hiç düşmezdi, ağaç yontardık çünkü. Bir çekiçle demir dövebilir, kendi kızağımızı ya da arabamızı yapardık. Doğadaki otları, yabani hayvanları bilirdik. İşte Mezeci Çırağı kitabımı yazmam, bir şekilde hafızamın tıkanıklığını açtı diyebilirim. Orada ne engin bir okyanus varmış ve çocukluk ne kadar önemliymiş daha iyi anladım. Öte yandan kitabın filmini de çekerek, dürüstlüğü ve yardımseverliğiyle tanınan babam İsmail Hakkı’ya vefa borcumu ödeyip, ölümsüzleştirmiş oldum.

Haberin Devamı

ÇOCUKLUĞUMDA MAHPUS KALDIM!

Eserlerinizde de izlerine rastladığımız Muradiye’deki evinize dönsek birlikte. Çocukluğunuz, hayal dünyanızı ve yaratıcılığınızı nasıl etkiledi?
Kalemi ne zaman elime alsam, düş dünyama dalsam; Hamzabey Mahallesi, Sırakavaklar Sokağı’ndaki kırk metrekarelik evime giderken buluyorum kendimi. Bu soruyu sorduğunuzda düşündüm; neden kahramanlarımla birlikte hep o evin içinde dolaşıyorum, yer sofrasında kuru fasulyeye kaşık sallıyorum, maşinga sobanın üzerinde ekmek kızartıyorum ya da bodrum katta beslediğimiz hayvanları dağlarda otlatıyorum. Fark ettim ki ben o evin içinden hiç çıkamamışım! Bile bile ama güzel bir mahpusluk bu. Çocukluğum öyle izler bırakmış ki ben de, orada kalmışım. Çocukluğum gerçekten çok renkliydi. Burcu burcu Çelik Palas üstünden başlayıp Uludağ yolu ile de bitmeyen, ağaç tepesinden inmediğimiz muhteşem günlerdi. Sonra tabii o kenar mahallenin kendine özgü kuralları, kültürü ve renkli yaşamı vardı. Ben de orada öğrendim hayatı. Bir de evimizin küçücük balkonunda bana büyük ufuk açan kitaplarımı unutmam; hiç imkânım yokken dünyanın dört bir yanına gittiğim, krallarla sofraya oturup, köprü altlarında yattığım. O küçük ev benim için çok değerli bir maya olmuş ve hala o mayayla eserler üretiyorum.

Haberin Devamı

BÜTÜN SERVET BİR SEHPAYA SIKIŞMIŞ!

‘Her şey bilmekle başlar’ mottosuyla gerçekleştirdiğiniz söyleşilerinizde yanınızdan hiç ayırmadığınız bir sehpanız var. Nedir sizin için gerçek anlamı?
Hiç tanımadığım iki insan; babaannem Şahinde Hanım ve büyükbabam Kadri Efendi. Bursa’da 1930’lu yıllarda, büyükbabamın çok varlıklıyken birdenbire ölmesi gerçekten çok acı geliyor bana. Varlıktan kastım sadece maddi değil, bilgi de bir varlıktır. Ticari kadim kültür diyorum ben, gelecek kuşaklara aktarılamıyorsa, nesiller arasındaki bağ kurulamıyorsa kaybolup gidiyor. Babam çok küçük yaşta babasını kaybettiğinde tüm servet heder olmuş. Çünkü o zamana kadar hayatın içinde olamayan bir kadının yani babaannemin, satmaktan başka elinden bir şey gelmemiş. En son vergi kanunu çıktığında da kapı kapı gezerek vergiyi ödeyene tapu dağıtmış. Ne kadar büyük bir hüsran! Bir gün karikatürümde istemsizce çizdiğim sehpaya odaklanıp, dedemden kaldığını öğrendiğimde içim çok acıdı, onu sevdim, okşadım. Şimdi söyleşilerimde sahnenin ortasına koyuyorum; benim için çok büyük bir değer olduğunu, bilginin aktarılmadığında bütün servetin sadece bir sehpada sıkışmış olabileceği gerçeğini silkeleye silkeleye anlatmaya çalışıyorum. Onu kaybedeceğim diye ödüm kopuyor, yer yer seviyorum.

Haberin Devamı

Yazarak gençlere umudu aşılıyorum

UMUTSUZLUK ÖLÜME DURMAKTIR!

Yazdıklarınızla, anlattıklarınızla gençlere özellikle hangi mesajı veriyorsunuz?
Öğüt veren bir insan değilim, his yolcusuyum diyorum kendime. Sadece kendi yaşadıklarım ışığında, sahici ve duygulu bir şekilde bağ kuruyorum. Özellikle gençlere umudu yeşertmeyi salık veriyorum. Umutsuzluğun ölüme durmak olduğunu, mutlaka canlı tutmamız gerektiğini her fırsatta anlatıyorum. Ben başardıysam siz de başarabilirsiniz, diyorum. Bizim eğitim sistemimiz maalesef sadece öğretmeye odaklı. Ancak bir zamanlar lise öğretmenim Kemal İmer’in bana verdiği umudu ben de onlara aşılıyor, merak uyandırmaya, onları heyecanlandırmaya çalışıyorum. Yazmaktaki önceliğimin ise ticari olmadığı bilinir. Anadolu’nun en ücra köşesinde alım gücü olmayan, okuma aşkıyla dolu olan herkese bu zamana kadar binlerce kitap gönderdim. Bir anlamda kendimi buna adadım diyebilirim.

Haberin Devamı

HAYATA HIZLI BİR TRENİN İÇİNDEN BAKIYORUZ

Eserlerinizde toplumsal gerçekçilik, sahici mekânlar ön planda. Sanat toplum içindir görüşüne kendinizi yakın buluyor musunuz?
Sanat tabii ki toplum içindir; insan ne üretiyorsa üretsin, insanla kucaklaşmasını ister. Evet, öykülerim sahici, çünkü benim kuşağımın farkındalığı yüksekti. Ayaklarımız yorulmayan vasıtamızdı ve her yere onunla gider, çevremizi, insanları da gözlemlerdik. Şimdi hızlı bir trenin içindeyiz sanki, etrafımızdan hayat gelip geçiyor, birçok şeyin farkında değiliz. Sanal âlemden görüyoruz dünyayı. Öte yandan yaş aldıkça bir şehrin nasıl hızla büyüdüğüne, demografik yapısının nasıl değiştiğine tanıklık ettim. Canhıraş mücadele içerisinde para kazanacağız derken doğayı katlediyorsak, ünlü şeftalimiz bitmişse, kestaneyi ithal ediyorsak, bu değişimi sevmem ve de yazılarıma yansıtmamam mümkün değil!

YAZMAK CÜRET VE CESARET İSTİYOR!

Yazarlığın yüzleştirici etkisini hissettiğiniz, bir iş insanı olarak da sizi korkuttuğu anlar oluyor mu?
Yazmayı göze alan bir insan kendi ruh dünyasını, düşünme biçimini ve fikirlerini de kamuoyuna açıyor bir anlamda. Yazma serüveni başladığı günden bugüne ciddi tereddütlerim olmadı değil. Kolay değil gerçekten; insanın kendisiyle yüzleşmesi veya yazdığınız kahramanın iç dünyasının siz sanılması, bu gerçeği bilerek, özgüveninizi yüksek tutarak hala yazmaya çabalamak, direnç göstermek, yeri geldiğinizde özel hayatınızı yazmak… Cüret ve cesaret istiyor! Ancak zamanla bu duyguyu kırdım. Her geçen gün kendimi keşfettiğim ve de geliştirdiğim bir gerçek. İş dünyasının acımasız çarkları içerisinde olmasaydım bu gelişim ne yönde olurdu? Açıkçası bunun cevabı ben de yok! Ama yazmak iyileştiriyor da, günün sonunda iyi ki yazmışım diyorum. Ben yazmanın meftunuyum. Çok isterdim, dedemden bana kalan bir mektup ya da babamdan yadigâr bir ses kaydının olmasını. Ama yok!

Yazmak size Majör Yayınları’nı da kazandırdı, nasıl karar verdiniz kurmaya?
Tabii ki ihtiyaçtan doğdu. Yazmaya bu kadar çok eğilir, üretim yaparsanız, mecburen entegre olmaya gayret ediyorsunuz. Birincisi, hem maliyetleri düşürüyor hem hızı artırıyor hem de daha çok kişiye ulaşmanızı sağlıyor. İkincisi ise işin sosyal tarafı, benim gibi yazma meraklısı olan amatör ya da profesyonel yazarlara yol göstermek, işin incelikleri konusunda doğruyu anlatmak ve destek olmak amacındayız.

Yazarak gençlere umudu aşılıyorum

GÖRMEZDEN GELEREK GERÇEĞİ DEĞİŞTİREMEYİZ

Eserlerinizdeki karakterlerin kurgu mu gerçek olduğu sorusu sık soruluyor mu?
Yazdıklarımı, yaşadıklarımdan ya da tanık olduğum olaylardan ayırmak mümkün değil ki. Ama şunu çok iyi biliyorum; eğer ders verme niyeti ile bir hikâyeyi kurguluyorsam ya onu yaşamışımdır ya da yaşayandan büyük ilham almış sarsılmışımdır. Hayatın içerisinde her türlü kurgu var, görmezden gelerek gerçekleşecek olanı değiştiremeyiz! Ancak yazarın kurguladığı karakterden izler taşıyıp taşımadığı konusu karıştırılıyor bana göre. Birini anlatırken o olmak şart değil! Sen de düşünmüş ama eyleme geçememişsindir belki, bilinmez! Özetle insan her konuda kendi içinde daima çelişen ve savaşan bir varlık diyebilirim.
Karakterlerinizi yargıladığınız oluyor mu, nasıl bir bakış açısıyla yazıyorsunuz?
Hiçbir karakterimi öncelikle yargılamam, yazarken ona bir yansıtıcı olabilirim. Karşı bir fikri sunacaksam, onu da başka bir karakter üzerinden dile getiririm. Okuyucuya bırakırım, kararını mutlaka kendi verir. Örneğin; Tatlıcım kitabımdaki kahramanın hayatı, özellikle sosyal medyadaki kitap bloggerları tarafından farklı bakış açıları ile yorumlandı. Karaktere çok ahlakçı yaklaşıp, yaptıklarını uygun görmediğim için yarıda bıraktım diyen bir okuyucuya çok şaşırmıştım. Objektif bir şekilde kişiyi anlattığımızda onun yaptıklarını özendirmiş mi oluyoruz? Ya da görmezden geldiğimizde gerçek hayatta o karakter yok mu oluyor? Karakteri yargılamaktan ziyade eserin detaylarına bakmak lazım her zaman.

YÜREKLERİMİZİ SÜSLEDİ VE GİTTİ

Son olarak, Bursa’nın sevilen isimlerinden Dr. Abdi Gazioğlu anısına yazılan mektuplardan oluşan SÜS kitabınızı sormak isterim?
Amacım, zamansız aramızdan ayrılan Abdi Gazioğlu’nun hayatını yazmak değil onun gerçeğinde hayatı sorgulamak, onu daha fazla tanımaktı. Bu kadar çok insanın hayatına dokunmuş bir insanı, her bir insana dokunarak yazmak mümkün değildi zaten. Aynı zamanda dünürüm Abdi Ağabey için yazılanlar sadece mektup değil, istemsizce yakılan bir ağıt, ağlamanın kifayetsiz kaldığı anlarda çaresizce dökülen sözcüklerdi... Ben de ona olan sevgimizi, bizlerde bıraktığı izi aktarmaya vesile olmaya çalıştım. ‘O vardı, yaşadı, yüreklerimizi süsledi ve gitti’ demek istedim.

Yazarın Tüm Yazıları