Paylaş
Aynı zamanda Dilbilim Uzmanı olan Hakan Akdoğan, milat kabul ettiği özel sektör üst düzey yöneticilik kariyerini bıraktığından beri gönül rahatlığıyla daha çok yazıyor ve anlatmak için meslek edindiği Yaratıcı Yazarlık Atölyesi eğitmenliğini uzun zamandır sürdürüyor. Bugüne kadar üç bine yakın öğrenci yetiştiren Hakan Akdoğan ile yazar olma yolculuğundaki deneyimlerimden son romanı Kirpi Mesafesi’ne, sanatın kazandırdığı farkındalıklardan Türk dilinin içinde bulunduğu tehlikelere uzanan bir söyleşi gerçekleştirdik.
Pandemi sürecinde evde kaldığımız dönemleri nasıl geçirdiniz?
Benim açımdan yeni bir deneyim oldu. Yüz yüze eğitimlerde Bursa, İstanbul, Ankara gibi belli şehirlere odaklı çalışırken, internet ortamında dersleri sürdürme imkânım olduğu için dünyanın dört bir yanından da öğrencilerim oldu. Ben de görev duygusuyla çalışabildiğim kadar çalıştım. Sosyal medyadan canlı yayınlar yapıp, elimden geldiğince sanatın nasıl bir farkındalık yarattığıyla ilgili anlatımlar yaptım. Hem yorucu hem de çok işlevsel olduğum, iyi hissettiğim bir süreçti. Beslerken beslendim diyebilirim. Bundan sonraki süreçte herkes çalışırken yeni romanımı yazmak için ben içime çekileceğim.
ARADAKİ MAKAS AÇILDI
Bu süreçte sanat alanında bir farkındalık yaşandı mı sizce?
Baktığınızda herkes evlerine kapanıp hızla sanatsever oldu. Ve herkes dedi ki, “Yaşasın insanlar sanatla ilgilenecek, düşünsel açıdan bir farkındalık oluşacak.” Hayal kurmayalım böyle bir şey mümkün değil! Sadece aradaki makas açıldı bence. Daha önce her şey mümkünken öyle bir tercihte bulunmayan bir insan zorunlu olarak bunu yaptığında o farkındalığı asla kazanamaz. Zoraki aydınlanmaya çalışanlar bence iyice nefret ettiler sanattan. Daha önce sanatsal bir farkındalık yaşamamış bir kimse aslında sahte değerlerin içinde var oldu hep. Şimdi özgürlüğü tekrar kazandıklarında da o sahte değerlere daha büyük bir hırsla bağlanacaklar. Ama kendini geliştirmiş, sanatla felsefeyle ilgilenmiş insanların böyle bir değer arayışı yok, hiçbir zaman olmaz. Burada kazanan özgürken de bu tercihi yapan aynı insan olacaktır.
SANAT GÖLGENİZLE TANIŞTIRIR
Sanat psikolojik olarak insanları neden rahatsız eder?
Kişi gölgesiyle tanışır çünkü. Çünkü yazan kişi de görür onu. Okur da onunla kendi açısından özdeşleşir ve kendi ürkütücü yansımasını görür. Mesele de burada başlıyor, kişi kendi gölgesini gördüğü andan itibaren kendisini daha iyi tanımaya başlar. İnsan her daim arayış içinde olan, kendisiyle diğerleriyle çekişen ve bir şeyleri sorgulayan bir yapıdır. Önemli olan kendi içindeki gölgesiyle karşılaşması, onu kendisine ve öbürlerine zarar vermeden önce tanımasıdır. İşte sanat kendi gölgeni görmeni sağlar ve onun için rahatsız eder.
İnsan gölgesinden kaçarsa ne olur, kaçmazsa ne yaşar?
Kaçarsa yatay hayatta var olmaya devam eder, çok sorun yaşamaz. Kaçmazsa konforu bozulur ama yeni bir mutluluk tanımı getirir kendisine. Getirdiği yeni mutluluk tanımıyla o yatay hayattaki konforlu mutluluk tanımı arasında uçurum olduğunu görür, ne kadar manipüle olduğunu fark eder. Sistemin onu hazlarıyla nasıl yönettiğini anlar ve iyi ki kaçmamışım der. Öteki de iyi ki kaçmamışımdan kaçar sürekli.
BÜYÜK BİR ÇARPIŞMA YAŞADIM
Gönül rahatlığıyla ne kadar zamandır yazıyorsunuz?
Bizimki gibi ülkelerde sadece yazarak yaşamak mümkün değil. Başka bir meslek yapmanız gerekiyor. Ben de uzun süre yönetici olarak başka bir alanda çalıştım. Altı yıl öncesine kadar ben de yazan bir kişiydim. Gün olarak emekliliğimi hak ettiğim anda ceketimi aldım ve gittim. Milat olarak orayı koyabiliriz sanırım. Son altı yedi yıldır şimdi gönül rahatlığıyla sadece yazarak ve eğitimler vererek yaşıyorum diyebiliyorum.
İlk ödül aldığınız romanınız Nü Peride’den son romanınız Kirpi Mesafesi’ne uzanan süreçteki yolculuğunuz için neler söylersiniz?
Türkiye’nin en önemli edebiyat ödüllerinden birini aldığımda çok gençtim, 27 yaşındaydım. Çok şaşkındım ve çok çabuk şımardım tabii ki. O yaşta bir genç için çok fazla olan her şey oldu. Çok değerli yazarlar tarafından bana verilen öğütleri de dikkat almadım. Hep öyle devam edeceğini sandım ama öyle olmadı tabii. Beş altı ay sonra kendimle baş başa kaldım ve büyük bir çarpışma yaşadım, kendime çarptım aslında. Tabii bu yaşa geldikten sonra o tarafa baktığım zaman ne kadar büyük bir fırsat kaçırdığımı daha iyi görüyorum. Büyük bir deneyim oldu. En sonunda kendime geldiğimde kendimi Struma’yı yazarken buldum ve bu süreç bana iyi geldi. Nü Peride geçen yıl 20’inci baskısını yaptı ve 40 bin kişi okudu, çok mutluyum.
KİRPİ MESAFESİ İLE YOLUMU BULDUM
Nü Peride’nin rüzgârını taşıyamadım ama benim hiçbir zaman popüler bir kitlem de olmadı zaten. Önemli olan niş bir kitlenin olması, ne yazarsan hızla o kitlenin okuyor olması. Bir yazar için bu da büyük bir onurdur. Bugün son romanım Kirpi Mesafesi’ni bana yazdıran da aslında bütün bunların getirdiği başka bir şey oldu, o nedenle iyi ki onları yaşamışım diyorum. Son romanım büyük ilgi gördü, çok kısa sürede ciddi rakamlara ulaştı. Artık Kirpi Mesafesi ile birlikte yolumu bulduğumu, hedeflediğim şeylere doğru büyük bir adım attığımı düşünüyorum. Kırklı yaşlarımda artık ne yapacağımı iyi biliyorum. Benim için her zaman yazıyor olmak daha önemliydi. Çünkü sürdürebildiğin sürece doğru bir iş yapıyorsun demektir. Ben de geriye bakmıyorum artık aklımda hep yeni bir roman var.
EDEBİYATTAN SOĞUTMAYIN
Aynı zamanda yaratıcı yazarlık atölyelerinde eğitmenlik yapıyorsunuz. Bu işe uzun yıllardır emek veren biri olarak bu alanının popülerleşmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Üzülüyorum. İnsanlar tembellik yapıyorlar, öğrenmeden kendileri bile bilmeden kitap yazıp sonra başkalarına yarım yamalak bilgilerini aktarıyorlar. Bir kere Türkiye’de yaratıcı yazarlık olgusuna öncelikle gelenekselci bir tepki var, “Bu bir yetenektir,” diyorlar, haklı olduğu noktalar da var. Bir grup da kendileri verdikleri eğitimin dışında diğer eğitimlere bazı atıflarda bulunup küçümsüyorlar. Esas sorun Türkiye’deki üniversitelerde yaratıcı yazarlık kürsülerinin olmamasıdır. Gelişmiş ülkelere baktığımızda neredeyse her üniversitede var ve yazar yetiştiriyorlar. Ama biz hala kabullenmiyoruz. Şunu reddetmiyorum; bu iş ebetteki istek, öngörü, yetenek ama öğretilebilir taraflarını ne yapacağız? Edebiyattaki teknikler okullarda öğretilemiyorsa nerede öğretilecek? Tabii ki atölyelerde...
Peki hangi atölyelerde?
Yurtdışında binlerce kaynak taradım. Yaratıcı yazarlık üniversitelerinin programlarından yola çıkıp, bir sürü çeviriler yaparak dersler üretip, kendimce yapabildiğim kadarıyla yıllardır anlatmaya çalışıyorum. Benim amacım burada kimseyi kötülemek değil, benim derdim bu işin yanlış yapılmasının insanları da edebiyattan soğuttuğunu söylemek. Edebiyatın öğretilebilir tarafını iyi öğretmemiz lazım. Zaten eğitim sistemiyle eksik bırakıldık, bari atölyelerde hepimiz ortak bir dil konuşalım.
BAZILARI YAZAR OLUYOR!
Şu ana kadar ne kadar öğrenciniz oldu?
Üç bini geçti. Birçoğu bazı dergilerde sabit yazar konumunda, ödül kazananlar, birçok roman yayınlayanlar oldu. Ama ölçüt kitap yayınlamak, ödül almak değil. Herkes sonuçta yazma hedefiyle ilerlemiyor, bazıları da daha iyi bir okur olmak istiyor. Zaten benim yaratıcı yazarlık atölyelerinin bir kısmı derin okumayla geçiyor. Çok iyi bir okur olmak, gerçekten kötü bir yazar olmaktan çok daha önemli bir şey bence. Çünkü edebiyat iyi okurlarla belli bir noktaya gelir. Türkiye’ye baktığımızda nitelikli okur kitlesinin azlığı, nitelikli edebiyat metinlerini raflardan kaldırıp sadece internetten satışa götüren durumdur. O yüzden Türkiye’de iyi okura çok daha fazla ihtiyaç var. Öte yandan herkes yazı yazar, herkes yazı yazmalı. Bu çok garipsenecek bir durum değil ki. Büyük büyük yazıyorlar, “Herkes de yazar oldu!” diye. Herkes yazar oldu demek yanlış bir şey. Herkes yazıyor, bazıları yazar oluyor. Önemli olan yazıyor olmak. Yazar olmak kendi iddianla olmaz, kabul görmekle ilgili bir durumdur. Bu kriter çok önemli.
TÜRK DİLİ YARA ALIYOR
Türk dilini korumak için gerekenleri yerine getirebiliyor muyuz, bir Dilbilim uzmanı olarak nasıl değerlendirirsiniz?
Dil meselesi bir yandan da sosyolojik bir meseledir ve Türk dili yoğun asimilasyon tehlikesi altındadır. Bir sürü nedeni var, bizim teknoloji üretmememiz, yeni keşifler yapmamamız gibi. Hepsini ithal ediyoruz ve ithal ettiğimiz terimlere Türkçe karşılık bulamıyoruz. Türk dili dünyada en çok yara alan dillerden birisidir ve içinde bulunduğu başka dillerin baskısı altındaki bu sürece en iyi cevabı verecek olan yazarlar, yayınevleri ile Türk Dil Kurumu’dur. Bu süreçte TDK’ın hızla Türk diline girmesi gereken sözcüklere karşılık üretmesi gerekiyor. Ama bunda zayıf kaldığımızı düşünüyorum ki genel bir eleştiridir bu. Dil açısından bakarsak birçok yayınevi aslında Türkçeye darbe indiriyor. Yayınevleri de bu asimilasyona engel olacak biçimde tedbirler almalıdır. TDK’nın uygulamalarıyla yayınevleri uygulamaları arasında da büyük bir çelişki var. Bu durum Türk diline büyük darbedir. Türk dili hepimizin ses bayrağı, onu korumak hepimizin görevidir. Bir ortak nokta bulunmalı burada da asıl büyük görev TDK’ya düşüyor. Bu konularda bürokratların değil, dilbilimcilerin, yazarların karar verici konumlarda olması gerektiğine inanıyorum.
Hakan Akdoğan kimdir?
Dilbilim uzmanı, yazar. Hacettepe Üniversitesi ‘İngiliz Dil Bilimi’ bölümünü bitirdikten sonra Anadolu Üniversitesi ‘Medya ve İletişim’ bölümünü tamamladı. Uludağ Üniversitesi’nde ‘İnsan, Toplum ve Felsefe’ programında çalışmalar yaptı. Perakende satış sektöründe yöneticilik, radyo programcılığı, yayınevi editörlüğü gibi işlerde çalıştı. 2003 yılından bu yana ‘Yaratıcı Yazarlık’, ‘Derin Okuma’, ‘Sanatla Farkındalık’ eğitimleri vermektedir. Üniversitelerde, belediyelerde ve bazı özel kurumlarda derslerini sürdürmektedir. Distopya adlı dergiyi çıkarttı. Yazıları düzenli olarak Masa Dergi’de yayımlanmaktadır. Fernando Pessoa ve Marquis de Sade’dan çeviriler yaptı. Nü Peride, Gölge Yaşatan, Struma, İlişmek, Varlık ve Piçlik, Kirpi Mesafesi adlı romanları yazdı. Yunus Nadi Roman Ödülü’nü kazandı.
Paylaş