Paylaş
Şu geçtiğimiz 2 yılda en fazla cevapladığım soru herhalde "Ne yiyorsun?" oldu. Zira haftada 6 gün çalışan, evinde yemek yapma konusunda yardım alabileceği kimse olmayan, dışarıda yemek yemeyi seven ama bundan kaçınmaya çalışan bir insanım. Kahvaltılar ve öğle yemeklerini iş yerinde hallediyorum ama akşam yemekleri mühim. Eve genelde aç gittiğim için hızlıca hazırlanabilir olmalı. Özellikle kış aylarında sıcak yemek olmalı. Mümkünse aynı anda karbonhidrat, protein, vitamin ve mineral alınabilecek şekilde kompleks bir yemek olmalı. Çok hafif olmamalı, 1 saat içinde acıkırım. Çok ağır da olmamalı, yoksa rahat uyuyamam, ertesi gün zehir olur. Vesaire vesaire...
Gördüğünüz gibi bende kriter çok. Dolayısıyla uzun süre bu "Akşam ne yiyeceğim?" sorusuyla boğuştum. Meğer cevap gözümün önündeymiş: Türkiye'de, özellikle de bizim evde, sofraların olmazsa olmazı çorba! Önce tembel işi başladım. Malzemelerin her birinden ayrı yemek yapmaktansa birbirine yakışanları bir tencereye doldurarak pişirip blender'la sıvılaştırmak çok daha kolay geldi. Sonra baktım ki faydalı oluyor, işi ilerlettim. (Zaten ilerletemeyecek ne var? Yemek yapmayı hiç bilmeyen bile becerebilir çorba yapmayı.)
Eğer tek kişi yiyorsanız, büyük bir tencere çorba her akşam bir büyük kâse hesabıyla düşününce en az bir hafta gidiyor. Ben çok hızlı tüketemeyeceğim için genelde küçük vakumlu saklama kaplarına bölüştürüp donduruyorum çorbalarımı. Sonra da eritip eritip içiyorum akşamları.
Benim tesadüfen keşfettiğim bu yol aslında o kadar da büyük bir yenilik değil, tahmin edersiniz ki... Yukarıda da dediğim gibi, Türkiye'de sofra çorbayla açılır. Saatlerce boş kalmış midemiz böylece kıvamlı bir sıvıyla sıradaki yemeklere hazırlanır, yediğimiz etler börekler güp diye midemize oturmaz. Hem de sıvı gıdanın sindirimi daha kolay olduğundan daha çabuk doymaya başlarız.
Atadan kalma bu alışkanlığın yanında, Batılıların çorba üzerine yaptığı ve bilimsel dergilerde yayımlanmış birkaç araştırmayı da burada anmak isterim. Örneğin Physiology & Behavior (Fizyoloji ve Davranış) dergisinin Ocak 2005 sayısında, birçok başka sıvının aksine çorbaların en az katı gıdalar kadar doyurucu olduğu bulgusuna yer verilmiş. Yani "Ay acıkır mıyım?" diye korkmadan çorbayla bir öğün geçirebilirsiniz. Tabii çorbanızın protein içerikli olmasına dikkat etmelisiniz. (Mercimek, ayağa kalkıp selam verir misin canım?)
Obesity Research (Obezite Araştırmaları) dergisinin Haziran 2005 sayısında ise et suyu bazlı çorbalarda gram başına alınan kalori hesaplanmış. Sonra bu çorbaların etkileri, aynı miktarda kalori içeren katı gıdalarla kıyaslanmış ve şu sonuç çıkmış: Eğer düşük kalorili bir beslenme biçimi benimsiyorsanız günde iki öğün çorba içmek, aynı miktarda kalori içeren katı gıdalarla beslenmeye nazaran yüzde 50 daha fazla kilo kaybı sağlıyormuş. (Tabii hangi çorbayı tükettiğiniz burada büyük önem taşıyor. Kremalı mantar çorbasıyla yoğurtlu buğday çorbası bir değil. Arada bir olur tabii ama çoğunlukla kremadan, yağdan kaçının.)
Bir araştırma da The Journal of Nutritional Biochemistry'nin (Beslenme Biyokimyası Dergisi) Mart 2006 sayısından geliyor: Çorba tüketiminin ABD'lilerin sebze tüketimine önemli bir katkı yaptığını belirtiyor bu araştırma. Örneğin iki hafta boyunca her gün gazpacho denilen çiğ domates çorbası içen deneklerin C vitamini seviyesinde iyileşme olmuş. Şehriyeli tavuk çorbası ya da sebze çorbası gibi pişmiş çorbalarda ise C vitaminleri ölse de günlük A vitamini ihtiyacının yüzde 50 ise selenyum ve potasyum ihtiyacının yüzde 10'unun sağlandığı ortaya çıkmış. (Çocuğuna sebze yediremeyen ama sebze çorbası içirebilen ebeveynler, kalbimizdesiniz!)
Üstelik ne kadar kıvamlı ya da taneli olursa olsun, nihayetinde çorba dediğimiz şeyin önemli bir kısmı sudan ibaret. Bu da çorba içerken farkında olmadan daha fazla su tüketiyoruz anlamına geliyor. İşin lif kısmına, sindirim kolaylığına vs. değinmeyi ise gereksiz buluyorum.
Gelelim benim favori çorbama... Aslında uydurma bir yemek olduğu için belli bir tarifi yok ama dilimin döndüğünce anlatmaya çalışayım:
'EVDE NE VARSA' ÇORBASI
Tencereden önce son durak...
Çorbamızın temelini patates, kuru soğan (mümkünse kırmızı) ve sarımsak oluşturuyor. (Patates yerine pirinç, bulgur, buğday gibi başka nişasta kaynakları da olur.) Geri kalanlar ise adı üzerinde o sırada dolapta ne varsa o. Havuç, balkabağı, pancar, pırasa, ıspanak, kereviz, maydanoz, dereotu, taze iç bakla, bezelye, yeşil kabak, dolmalık biber, lahana olabilir.
Bu sebzelerin yanına protein de koymalıyız. Et yiyorsanız, kemikli etten yapılma kuvvetli bir et suyu güzel olur. Yemiyorsanız, mercimek ya da nohut ekleyebilirsiniz. Ayrıca çorba piştikten sonra labne peyniriyle, yoğurtla, sütle terbiye yapabilirsiniz. (Yumurta denemedim ama o da olur herhalde...)
Tabii bir de baharatlarımız var. Bence en hayati kısım bu ama herkesin damak zevki her baharatı kaldırmayabilir. O nedenle tercihinize bırakıyorum. Benim baharatlarım zencefil, zerdeçal, kimyon, tane karabiber, kırmızı pul biber ve biraz da tuz ile son zamanlarda katmaya başladığım tarçın ve köri. (Kendime not: Bu baharatların hikmetleri bir sonraki yazının konusu olsun.)
Bu malzemelerden beğendiklerimizi güzelce soyup, yıkayıp, iri parçalar halinde tenceremize yerleştiriyoruz. Üzerini geçecek kadar su ekliyoruz ve sebzelerimiz iyice yumuşayana kadar pişiriyoruz. Bu esnada evi mis gibi bir koku sarıyor. O kokuyu içimize çeke çeke çorbamızın biraz soğumasını bekliyoruz. Soğuduktan sonra el blender'ımızı alıp bütün sebzelerimizi tanesi kalmayacak hale gelene kadar eziyoruz. (Taneli çorba seven ve sebzeleri küçük doğramaya üşenmeyen onu da yapabilir, nedir ki?) Hepsi bu kadar! Yemek zamanı ben illa bol limon suyu ekliyorum üzerine. Ekşi seviyorsanız siz de ekleyin. Afiyet olsun!
Paylaş