Uğursuz piyango

Suçlular genellikle, dikkatli birinin fark ettiği küçük bir ayrıntıyla yakalanır.

Yere düşen bir düğme, pantolona tutunan bir yaprak, saçlara takılan bir sicim lifi gibi. Bundan 47 yıl önce kaçırılıp öldürülen küçük çocuğun üzerinde çok sayıda ipucu vardı ama, katile götüren ayrıntıyı fark eden bir postacı oldu.

Avustralya’nın güneydoğusundaki sahil kenti Sidney’in, hemen liman girişindeki ünlü opera binası henüz inşa edilmemişti. Açılan yarışmada birinci olan, Danimarka asıllı mimar Joern Utzon’un, soyulmuş portakal dilimlerinden ilham alarak çizdiği projeyi yapacak paraları yoktu çünkü. Bu nedenle "opera piyangoları" düzenleniyordu. Onuncu piyango, 1 Haziran 1960 günü çekildi ve büyük ikramiye 3932 sayılı bilete çıktı. Ertesi sabah gazeteler, Bay Bazil Thorpe’un fotoğrafını bastılar. Yüzünde kocaman bir gülümseme, elindeki bileti havaya kaldırmış, zaferini ilan ediyordu. O tarihte büyük ikramiyeleri kazananların ad ve adresleri gizlenmiyordu henüz ve hiç kimse, Bay Bazil Thorpe’un küçük oğlunun fidye için kaçırılacağını hayal bile edemezdi. Avustralya’da o güne değin, böyle bir amaçla kimse kaçırılmamıştı.

KÜÇÜK PEUGEOT’NUNKAÇIRILIŞINDAN İLHAM

Aynı sabah, Stephen Leslie Bradley, kahvaltı masasının üzerine yaydığı gazetesinin sayfalarını çevirirken, biletini havaya kaldıran adamın fotoğrafını gördü ve görür görmez, önceki haftalardaki haberi anımsadı. Otomobil kralı milyoner Raymond Peugeot’nun, dört yaşındaki oğlu Eric, 12 Nisan 1960 günü Paris’teki bir golf kulübünün oyun parkından kaçırılmış, talep edilen fidye ödenir ödenmez, çocuk serbest bırakılmıştı. Üstelik aradan 1.5 ay geçtiği halde, çocuğu kaçıran ya da kaçıranlar yakalanmamıştı. (Çocuğu kaçıran iki kafadar, altı ay sonra paraları harcamaya başladılar. Bir altı ay sonra da yakalandılar. Çocuk kaçırarak zengin olmanın konu edildiği bir Amerikan romanından ilham aldıkları ortaya çıktı)

"Neden olmasın?" diye düşündü Bradley. "Macaristan’dan göç edeli 10 yıl oldu. Yabancı olduğum anlaşılmasın diye, Istvan Baranyay olan adımı bile değiştirdim. 35 yaşına geldim, bir türlü doğru dürüst para kazanamadım. Karıma, üç çocuğuma istediğim hayatı yaşatamadım." Kararını verdi. Gazete, piyangoyu kazanan adamın iki küçük çocuğu olduğunu yazıyordu. İyi bir plan yapacak, Thorpe’ların çocuklarından birini kaçırıp fidye isteyecek, parayı alır almaz serbest bırakacak ve bir yolunu bulup anavatanına dönecekti. Çocuğu kaçıranın kendisi olduğu anlaşılsa bile, Macaristan ile Avustralya arasında suçluların iadesi anlaşması yoktu.

Önce, Thorpe’ların telefonunu, evlerinin yerini, gün içinde neler yaptıklarını, çocuklarını ne zaman, nerede yalnız bıraktıklarını öğrenecekti. Nitekim öyle yaptı, Thorpe’ların, Sidney’in 7 kilometre kadar güneyindeki Bondi kumsalına birkaç dakika uzaklıktaki Edward sokağında, bir apartmanın giriş katında oturduğunu öğrendi. Sekiz yaşındaki oğulları Graeme, hafta içi her gün saat tam 8:30’da, tek başına evden çıkıyor, 50 metre kadar yürüdükten sonra sağa sapıyor, 5-10 dakika kadar sonra önünde duran bir otomobile biniyordu. Aracı hep aynı kadın kullanıyor, arka koltukta da hep aynı 8-10 yaşlarındaki çocuk oturuyordu. Anlaşılan kadın, kendi çocuğu ile Thorpe’ların oğlunu okula götürüyordu.

POLİS ACELE EDİYOR

7 Temmuz 1960 Perşembe sabahı, 8:30’da, yani büyük piyango çekilişinden tam 5 hafta sonra, küçük Graeme, üzerinde gri üniforması, kasketi, sırt çantasıyla evden çıktı, annesinin arkadaşı Bayan Smith, her zamanki gibi saat 8:35’te oğluyla birlikte köşeye geldi ama çocuğu göremedi. Öğlene doğru, Thorpe’ların telefonu çalıyor, yabancı şiveli bir erkek, telefonu açan anneye, çocuğunun elinde olduğunu söylüyor ve saat 17:00’ye kadar, piyangodan kazandıkları paranın dörtte birini teslim etmelerini istiyordu. "Parayı nereye bırakalım?" diye sordu kadın. "Sizi tekrar arayacağım" dedi adam.

Zavallı anne, sesi tanımıştı. Bu, piyangoyu kazandıklarının hemen ertesi günü kapısını çalan, kara gözlükleri yüzünün yarısını kaplayan, uzun paltolu garip adamın sesiydi. (Avustralya, güney yarıkürede olduğundan, kış mevsimi Haziran’da başlar) Adam, "Bognor’lar burada mı oturur?" diye sormuştu. "Ne yazık ki, onları tanımıyorum" demişti kadın. "Bir de üst kattakilere sorsanız. Belki onlar tanıyordur."

Polisin böyle ayrıntılarla vakit kaybetmeye hiç tahammülü yoktu. Çocuğu sağ salim, bir an önce bulmak istiyordu. Olayı soruşturmakla görevlendirilen emniyet amiri Bert Windsor, fidyecinin telefon ettiğini öğrenir öğrenmez harekete geçti ve belki de hayatının en büyük hatasını yaparak bir basın toplantısı düzenledi. Avustralya gazeteleri hemen ikinci baskılarını yaparak, küçük çocuğun bir yabancı tarafından kaçırıldığını sürmanşetten duyurdular ve Thorpe’lar, çocuklarını kurtarabilmek için, değil paranın dörtte birini, tamamını vereceklerini açıkladıkları halde, bir daha kimse telefon etmedi ve bir daha kimse küçüğü canlı göremedi.

Kilime sarılı küçük ceset

Polisteki izinler kaldırıldı. Yüzlerce görevli, Sidney ve çevresini ev ev, karış karış aramaya başladı. Kısa sürede soruşturma, civar kasabalara, limanlardaki teknelere yayıldı. Aradan 24 saat geçmemişti ki, kentin kuzeyine doğru uzanan Wakehurst Parkı karayolunun yan tarafındaki ağaçlıklar arasında boş şişe toplayan yaşlı bir adam, bulduğu okul çantasını karakola teslim etti. Çantanın üzerinde, çocuğun adı yazılıydı.

Helikopterler, çantanın bulunduğu bölgenin üzerinde uçmaya, iz süren köpekler ağaçların arasında koşuşturmaya başladılar. Üç gün sonra, çantanın bulunduğu yerin yaklaşık iki kilometre kadar kuzeyinde, bu kez yolun karşı tarafındaki ağaçlıklar arasında, okul beresi, yağmurluğu, defterleri ve sefertası bulundu.

Thorpe ailesine komşu bir kadın, çocuğun kaçırıldığı günün erken saatlerinde, metalik mavi renkte, 1955 model bir Ford Customline otomobilin, evlerinin önüne park etmiş olduğunu hatırladı. Mahallede böyle bir araca sahip olan yoktu. O tarihte araç ruhsatları henüz bilgisayarlara kayıtlı değildi, bilgiler kartotekslerde saklanırdı. Polis, aynı model 5 bin aracın bilgisini teker teker taramaya başladı. Günümüzde saniyeler alacak bu iş, günlerce sürecekti.

SONA DOĞRU ADIM ADIM

Haftalar geçti, küçük Thorpe’un canlı bulunabileceği umudu giderek azaldı, 16 Ağustos’ta, tümüyle son buldu. Saklambaç oynayan iki çocuk, Seaforth kasabasının hemen dışında, kilime sarılı cesedine rastladılar. Elleri, ayakları iple bağlıydı, başına vurulmuştu, boynuna ipek bir eşarp dolanmıştı. Gri okul üniforması, hálá üzerindeydi.

Sidney Bilimsel Araştırma Bürosu uzmanları, daha ceset bulunduğu yerden kaldırılmadan, delilleri toplamaya başladılar. Giysilerin ve kilimin üzerine yapışmış pembe renkteki küçük tanecikleri, saç ve kılları, bazı bitki kalıntılarını, hatta ayakkabı ve çoraplardaki küfleri özenle paketlediler. Kilimin bazı püsküllerinin kopuk olduğunu fark ettiler.

Sağlık Bakanlığı Adli Tıp Teşkilatı’nın başkanı Dr. Cameron Cramp "Bu saçlar üç farklı kişiye ait. Kıllar ise bir köpeğin. Büyük bir olasılıkla bir Pekinese" deyince, rahat bir nefes aldılar. Nihayet bir ipucuna ulaşılmıştı. Thorpe’ların köpeği olmadığına göre, katilin evinde bir köpek vardı.

Peki çocuk ne zaman öldürülmüştü? Cevabı, bitki patoloğu profesör Neville White’ın raporunda kayıtlıydı. "Çorapta dört çeşit küf mantarı var. Bunlar 6 haftalık." Çocuk, ortadan kaybolalı 6 hafta olmuştu. Demek kaçıran, onu hemen öldürmüştü.

Sidney Jeoloji ve Maden Müzesi uzmanlarından Horace Whiteworth, pembe taneciklerin kurumuş tuğla harcı olduğunu bildirdi, Sidney Herbaryumu’nun ilk kadın botanikçisi Dr. Joyce Vickery de, bitki kalıntılarının iki farklı selvi türüne ait olduğunu. "Ağaçlardan biri sıradan, her yerde bulunan bir tür, diğer selvi türüne buralarda pek ender rastlanır" diye kaydetti Vickery. "Çocuğun atıldığı bölgede bu selvi yetişmez. Her iki türün bir arada bulunması ise, büyük bir istisnadır." Demek ki küçük Thorpe, başka bir yerde öldürülmüş, kilime sarılıp buraya atılmıştı.

Polis, iğneyle kuyu kazarcasına, pembe harçlı evin peşine düştü. Bahçesinde iki tür selvi ağacı olmalıydı. İçinde, şivesi bozuk bir adamla, kulakları yeri süpüren, uzun beyaz tüylü bir köpek. Baktı olacak gibi değil, halkın yardımını istedi.

CİNAYETİ ÇÖZEN POSTACI

Moore Sokağı 28 numaradaki pembe harçlı tuğla evi, önündeki mavi otomobili, bahçesindeki değişik selvileri, kendisini gördüğünde havlayan uzun beyaz tüylü köpeği, İngilizceyi bir tuhaf konuşan sahibini, Macaristan’dan gönderilen mektupları, ilk hatırlayan bir postacı oldu.

Keşke polis, Moore Sokağı’ndaki evin kapısını daha erken çalabilseydi. Burada oturan Macar asıllı aile, Himalaya adlı yolcu gemisine binmiş, Londra’ya doğru yol almaktaydı bile. Birkaç gün önce köpeklerini veterinere, metalik mavi Ford’larını oto galerisine bırakmış, tası tarağı toplayıp gitmişlerdi.

Gerçi, bahçedeki selviler, tuğlalar arasındaki pembe harç, pek değerli deliller sayılmazdı ama, ya tavan arasındaki fotoğrafa ne demeli. Ailecek bir kilimin üzerine oturmuş, piknik yapmaktaydılar ve kilim, çocuğun cesedinin sarıldığı kilimdi. Evin parkeleri arasındaki lifler, kilimin püsküllerini, veterinerdeki köpek, çocuğun üzerindeki kılları, galericiye bırakılan metalik mavi otomobilin bagajındaki pembe tanecikler, zavallı küçüğün üniformasına yapışıp kalanları bire bir tutuyordu. Bütün bunlar, Stephen Bradley’in gemi sefasına son vermeye yetti.

ONU KÖPEK BALIKLARINA ATIN

Himalaya gemisi, yol üzerindeki Colombo limanına demirlediğinde, Avustralya’dan gelen polisler, Stephen Bradley’i tutukladılar ve ailesiyle birlikte Sidney’e getirdiler. 21 Kasım günü, ölen çocuğun annesi, 16 kişi arasına yerleştirilen Bradley’in hem sesini, hem de fiziksel görünümünü teşhis etti. Bu ses, ona telefon eden kişinindi. Piyangoyu kazanmalarının hemen ardından, kapısını çalan adam da oydu.

Bradley, çıkarıldığı mahkemede çocuğu kaçırdığını itiraf etti. Ancak, "Kesinlikle öldürmek istemedim. Polisin basın toplantısından sonra paniğe kapıldım. Otomobilin bagajına sakladım. Başı, çırpınırken, sağa sola çarpıp kırılmış olmalı" dedi. Adli tıp uzmanı Dr. Cramp, bu iddiayı zorlanmadan çürüttü. "Kafatasındaki kırık, çok güçlü bir darbenin sonucu. Bu yaştaki çocuğun, böyle bir gücü olamaz."

"Çocuğu ben boğmadım. Bagajdaki hava tükenmiş olmalı" diye kendini savunmaya çalıştıysa da, Stephen Bradley 29 Mart 1961 günü ömür boyu hapse mahkum edildi. Mahkeme salonunun dışına birikenler "Onu köpek balıklarına atın" diye bağırıyordu. Bradley, 6 Ekim 1968’de Gouldburn Cezaevi’nde geçirdiği bir kalp krizi sonrasında öldü. 42 yaşındaydı.

Bu olaydan sonra Avustralya Ceza Kanunu’na "çocuk kaçırma" suçu eklendi ve bir daha da ikramiye kazananların ad ve adresleri açıklanmadı.

Kıssadan hisse

Üzerinden neredeyse yarım asır geçmiş olan bu felaketten almamız gereken dersler var. İlki, polisin medya ile iletişimde zamanlamaya ne denli dikkat etmesi gerektiği. İkincisi, çoraptaki küfün bile işe yarayacağını bilen olay yeri uzmanlarının önemi. Bir diğeri, polisin, farklı alanlardaki bilim insanlarına başvurmasının vazgeçilmezliği ve nihayet, suçla mücadelede, yol kenarında şişe toplayandan postacıya kadar, herkese ihtiyaç olduğu.
Yazarın Tüm Yazıları