Paylaş
Neredeyse bu cümlelerle büyüdük, bu cümlelerle yaşlandık, bu cümleleri dinleye dinleye öldük. “Dökülen kan yerde kalmaz” cümlesini ilk kez duyduğumuzda Demirel başbakandı.
Taksim’de dün bir bomba daha patladı. Kesin sayısı ancak üç-beş gün sonra belli olacak nice masum canlar gitti.
Savaşla, silahla, kavgayla ilgisi olmayan yeni canların kaybından birkaç saat sonra lisaniyatımıza, beylik olmaya aday yeni bir cümle girdi:
“Terörle yaşamaya alışmayacağız.”
* * *
Sanki terörist hunharca eylemini yapmak için dilekçe ile vilayete başvurup izin alıyor. O izin verilmezse bomba patlamayacakmış gibi.
Tabii ki alışmayacağız.
Kim ölümle kucak kucağa bir yaşam ister ki? Kim okula ya da eğlenmeye giden evladının arkasından, işe giden kocasının veya karısının ardından “Acaba geri gelecek mi?” diyerek bakmak ister?
HAVADAKİ ÖLÜM KOKUSU
Almanya’nın Ankara’daki büyükelçilik ile İstanbul’daki başkonsolosluk binalarının “saldırı beklentisi” ile kepenk indirdiği Taksim’deki bombanın patlamasından iki gün önce duyulmuştu.
Gazetelerin birinci sayfalarına bir gün sonra geçen bu “diplomatik kepenk indirme” olayı, tehdit hedefi olan diplomat misafirlerimize ne yaşattıysa, cumartesi günü sokağa çıkmak zorunda kalan vatandaşlarımıza da aynı duyguları yarattı.
Aradaki fark, kordiplomatik hizmetlerinin verildiği görkemli binaların iyi korunmasıydı. Kapı önlerinde çelik bariyerler, polis nizamiyeleri, demir parmaklıkları vardı.
İstihbarat birimleri diplomat konuklarımızı olası bir eyleme karşı uyarmıştı. Vatandaşı ise tek tek uyarmak teknik olarak mümkün değildi. Onlar Allah’a emanetti.
* * *
Günlük yürüyüşümü yapmak üzere sokağa çıktığımda bu “ölüm tedirginliğini” hissettim. Hafta sonu hareketliliği yoktu. Yemeli içmeli mekânlar masalarının beşte birini bile dolduramamıştı.
Uğradığım alışveriş merkezlerindeki sıra dışı tenhalık ise pazar gününün gazete haberlerinde rakama dökülmüştü:
“AVM ziyaretçilerinin oranı dün yüzde 10’a düştü”
Demek ki her on kişiden dokuzu kendini eve kapatmış.
BEŞ POŞETLİ BİR ŞÜPHELİ
Buna karşılık güvenlikçi miktarı üçe katlanmış. Kapılarda girene çıkana uzaktan bakan güvenlik elemanı bir iken üç olmuş.
Elleri telsizli adamlar her yerde. Ellerindeki telsizden gelen sesin verdiği “Bir yetmiş boyunda, siyah montlu, esmer tenli” şeklindeki eşkâl tarifine uyan birini bulmak için koşturuyorlar.
O lafları duyanların ruh haline aldırmadan.
Teyakkuz halindeki güvenlikçileri elinde beş poşetle dolaşan bir kadın çok zorladı. Operasyonel bir coşku ile oradan oraya koşuşturdular. Ben de merakla peşlerinden gidiyorum.
Sonunda dördü siyah biri beyaz alışveriş poşeti ile dolaşan şüpheli, başını beyaz tülbentle örtmüş bir Arap turist çıktı. Üstelik kadındı.
Arapçayı söktüremedikleri belli olan güvenlikçiler poşetlere bakmak istediklerini “vücut diliyle” anlatmaya çalışırken, kadın sebebini bilmediği bu can sıkıcı ilgiye yaptığı alışverişin fişlerini göstererek karşılık veriyordu.
Sonunda kadının kendini patlatmak isteyen bir terörist değil, kocasının cüzdanına savaş açmış bir ev kadını olduğu anlaşıldı. Arap turist vitrinlere bakması için kendi haline bırakıldı.
* * *
Hafta sonları gişelerinin önünde izdiham yaşayan sinemalar “tenhalıkla” tanıştılar. İlk dayağı vizyona yeni giren filmler yedi.
İki damla yağmur çiselediğinde “müşteri almaktansa” oradan oraya boş gidip gelmeyi seçen taksiler, duraklarında sıra sıra olmuş müşteri bekliyordu.
Bir önceki kanlı eylemde yaralanan ve hastaneye götürsünler diye taksi bulmaya çalışan o vatandaşın ahı tutmuş gibiydi.
Terör, masumların dökülen kanlarına parmak batırarak tahtaya yazıyor dersini, acı içinde okuyoruz.
Patlayan her bombadan sonra “Bu son olur inşallah” diyoruz. Son olacağını bilsek belki katlanacağız ama ağızlardan çıkan “içi boş” her beylik laf canımızı daha beter yakıyor.
Paylaş