Paylaş
Solculuktan söz açılmışken, evet,
12 Mart döneminde gizli örgüt üyesi sakladığı ihbarı üzerine evine baskın düzenlenen bir diplomattan söz ediyoruz.
Hariciye ve solculuk denkleminin fonuna Fenerbahçe’nin sarı-lacivert renklerini de eklerseniz, İnal Batu’nun yaşam öyküsünün ana şifrelerine ulaşmış olursunuz.
Ancak Gençlerbirliği’ne haksızlık etmeyelim. Gençlerbirliği’nin ruhuna da yabancı biri değildi. Behzat Ç. ile tanışsaydı, çok iyi ahbap olurlardı, eminim.
* * *
Önce diplomatlığı ile başlayalım. Kendi kuşağının en kıymetli diplomatlarından biri oldu İnal Batu. Bakanlığının önde gelen Kıbrıs uzmanlarındandı; 1979 yılında 43 yaşında ilk kez büyükelçi unvanını alarak gittiği görev yeri Lefkoşa oldu. 1983 yılı kasım ayında dünyaya gelen KKTC’nin bağımsızlık ilanının perde arkasındaki kilit aktörlerinden biriydi. Çekoslovakya’daki Kadife Devrim’i 1989 yılında Prag Büyükelçisi olarak karşıladı. Daha sonra gittiği New York’ta Türkiye’nin BM Daimi Delegesi olarak Bosna Savaşı ve Irak dosyalarının içinde buldu kendisini. Krizler hep onu bulurdu. Abdullah Öcalan’ın 1998 sonunda İtalya’ya sığınmasının yarattığı büyük uluslararası krizde Roma Büyükelçisi’ydi.
İnisiyatif kullanmaktan, cesur davranmaktan çekinmeyen bir diplomattı. Örneğin Bülent Ecevit 1984 yılı şubat ayında siyasi yasaklarının sürdüğü bir dönemde Lefkoşa’ya gelince, büyükelçi olarak kendisini kaldığı otelde ziyaret edip, gazetecilere “1974’ün kahraman başbakanını Kıbrıs’ta ziyaret etmekten büyük bir onur duyuyorum” açıklamasını yapmış, ayrıca büyükelçilikte bir de davet vermişti onuruna. Bu, merkezden talimat almadan kendi kararıyla attığı bir adımdı ve Ankara’da birilerinin tüyleri diken diken olmuştu. Sıkıyönetim Komutanlığı, zaten ertesi günü Ecevit’in Kıbrıs gezisiyle ilgili haberlere yayın yasağı koymuştu.
Diplomasinin bazıları için dışarıdan göz kamaştırıcı görülebilecek yönlerinin uzağında bir hariciyeciydi. Diplomatlığın şekilsel yönlerinin, protokol gereklerinin çok dışında bir tarzı vardı. Mesela Ankara’da görev yaptığı yıllarda ona başkentin şık bir restoranında değil, Sakarya Caddesi’ndeki meyhanelerden birinde rastlamanız daha muhtemeldi.
* * *
Diplomat olarak kariyerinde olabilecek en yüksek, en prestijli görevlere gelse de, hiçbir zaman bulunduğu makamı çok önemseyen bir tutum içinde olmadı. Dışişleri Bakanlığı koridorlarının, diplomat yaşamının sınırları dışındaki hayat, galiba ona daha renkli, daha cazip, daha sahici geliyordu. 1980’li yılların sonunda bakanlık sözcülüğü görevini yaparken, aynı zamanda Fenerbahçe’nin yönetimine girmesi bunun bir göstergesiydi. Yalnızca Ankara’daki diplomasi muhabirlerinin değil, İstanbul’daki acar spor muhabirlerinin de dostuydu.
Fenerbahçe aşkı, sarı-lacivert renklere olan tutkusu onun için bir yaşam felsefesiydi. Roma’ya büyükelçi olarak atanması, bu felsefenin gerektirdiği bazı stratejik kararları da zorunlu kılacaktı. Futbol hastası bir büyükelçinin Roma’ya ayak basması, bu kentteki ezeli Roma-Lazio çekişmesinde hangi tercihi kullanacağı sorusunu da gündeme getirecekti kaçınılmaz olarak. Roma’nın renkleri sarı-kırmızı, Lazio’nun ise mavi-beyazdı. “Hiçbir güç bana renkleri sarı-kırmızı olan bir takımı tutturamaz, tabii ki ben artık Lazio’dan yana tarafım...” demişti Roma’ya hareketinden önce.
Futbol merakı gibi gönlünde yatan bir başka aslan, siyasete atılmaktı. 1999 yılında CHP’den İzmir milletvekili olmak üzere Roma Büyükelçiliği’ni bırakıp Türkiye’ye döndü. Ancak 1999 seçiminde CHP ile birlikte o da 12 Eylül askeri rejiminin getirmiş olduğu yüzde 10 barajına takıldı. İkinci denemesinde başardı ve 2002 yılında bu kez Hatay’dan CHP milletvekili oldu. Ama siyasette çoğunluk mutsuz bir insandı. Ayrıca partisinin devletçi refleksleriyle barışık hale gelemedi. Siyaset, belki de hayatının en önemli muhakeme hatasını da beraberinde getirdi. 2007 yılındaki kısa süreli DYP macerası onu yakından tanıyanlar açısından hep bir muamma olarak kaldı.
İnal Batu’dan söz ederken onun mutlak bir üstünlük alanını kuvvetle vurgulamalıyız. İnsanlığı, diğer bütün hasletlerinin üstündeydi. Kalenderdi, çelebiydi, hoşgörülüydü... Bir halk adamıydı. Kızı Pelin Batu’nun geçenlerde anlattığı gibi, öldüğünde New York’taki resmi konutta yanında çalışan aşçı, Prag’daki büyükelçiliğinde yakın koruması olan polis, gittiği lokantanın garsonu, mahalledeki esnaf da onun arkasından gözyaşı dökecekti. Karşısına çıkan insanlara unvanıyla, egosuyla, hesap ve beklentileriyle değil, sadece kalbiyle dokunmuştu, kim olursa olsun...
* * *
Her insan yaşadığı hayata dair bir muhasebe defterini arkasında bırakarak göç ediyor dünyadan. Onun kilit rol oynadığı bir olay bu defterin en önemli sayfasında yer alıyor. Bu olay, ölümünden sonraki bütün haber ve yorumlarda da teslim edildiği üzere Batu’nun 1996 yılı başındaki Kardak krizinde Türkiye ile Yunanistan’ı son anda savaşın eşiğinden döndürmesidir.
Kriz, 1996 yılının hemen başında Yunan askerlerinin Kardak kayalıklarına çıkıp buraya Yunan bayrağı dikmesiyle patlak vermiştir. Dönemin başbakanı Prof. Tansu Çiller, komutanların da desteğini yanına alarak gözü kara bir şekilde Yunan askerlerinin bulunduğu kayalıklara asker çıkarma seçeneğine yönelir. Bu kriz sırasında Ankara’da düzenlenen çok kritik bir zirvede, dönemin Dışişleri Türk-Yunan işlerinden sorumlu Müsteşar Yardımcısı İnal Batu, kendi bağımsız görüşü olarak, Yunan askerlerinin olduğu kayalığa değil, hemen karşısındaki boş adacığa çıkılmasını önerir. Batu’ya göre, böylelikle krizde iki ülke arasında stratejik bir eşitlik kurulacak, bunun üzerinden diplomatik bir çözüm için müzakerelere geçilebilmesi de mümkün olabilecektir.
Başlangıçta pek rağbet görmemekle birlikte, uzun tartışmaların sonunda Batu’nun tezi benimsenmiştir. Türk deniz komandoları boş kayalıklara çıkıp buraya bayrak dikmiştir. Kriz, daha sonra iki tarafın da askerlerini kayalıklardan aynı anda karşılıklı olarak çekme kararlarıyla aşılmıştır.
Batu’nun burada oynadığı rol, bütün tanıkların ifadeleriyle de teyit edilmiş tarihi bir gerçektir. Türkiye 1996 yılı başında Yunanistan’la savaşın eşiğinden döndüyse, bunu büyük ölçüde İnal Batu’ya borçluyuz.
Ülkenize, onun insanlarına karşı böyle bir hizmeti yapmış olmanın ruh huzuru içinde dünyaya veda etmekten daha değerli bir zenginlik olabilir mi?
Paylaş