Paylaş
Şerafettin Elçi, 12 Mart muhtırası dönemine girildiğinde bu kez Kürdistan Demokratik Birlik Partisi davasının sanığı olarak yargılanacak ve Diyarbakır Askeri Cezaevi’nde 8 ay geçirecekti. 1977 seçimlerinde AP’den milletvekili seçilip ve daha sonra Ecevit kabinesinde üstlendiği Bayındırlık Bakanlığı görevini, 12 Eylül döneminde yeniden askeri cezaevi ve 30 aya yakın süren bir tutukluluk ve Yüce Divan’da çarptırıldığı bir siyasi mahkûmiyet kararı izledi.
Ve önceki gün tabutunun getirildiği TBMM’de düzenlenen tören, onun 74 yıl süren yaşam yolculuğunun parlamento sahnesindeki vakur ve ağırbaşlı final perdesiydi.
* * *
Şerafettin Elçi, bir Kürt milliyetçisi idi. Görüşleri Kürt sorununda esnekliğe kapalı duran Türk resmi çevrelerinin tüylerini diken diken edecek çizgiler de içeriyordu. Örneğin, çok açık bir şekilde federasyon seçeneğini savunuyordu.
Gelgelelim PKK’ya da karşıydı, silahlı mücadeleden yana değildi. Hatta “Ben irademi kimseye ipotek ettirmem” diyerek yalnız kalma pahasına kendi bağımsız duruşunu ortaya koymaktan çekinmiyordu.
Çektiği bütün çileye, sıkıntılara rağmen, inandığı doğruları savunurken her seferinde demokrasi içinde kalarak, meşru zeminler üzerinde hareket etmekten vazgeçmemişti.
Geçen şubat ayında kemoterapi tedavisi gördüğü sırada Radikal’den Ezgi Başaran’a verdiği mülakat, Elçi’nin Kürtlerin hakları için mücadeleyle geçmiş bir yaşamının veda muhasebesiydi aslında. Sözünü esirgemeden şu önemli uyarıda bulunmuştu:
“Bu meseleye kafa yoran benim yaşıtlarım öyle veya böyle Türklerle beraber yaşayageldik. Bir sürü dostluklarımız, sosyal faaliyetlerimiz, ticari ilişkilerimiz var. Ama tamamen savaşın içinde doğan, savaş mantığıyla büyüyen, Türk dediğin zaman yalnızca hayatını zorlaştıran jandarmayı, polisi, savcıyı anlayan bir nesil var. Çok öfkeli, içi kin ve hınç dolu bir nesildir bu. O nedenle devlet duygusallığı, şoven milliyetçiliği bir kenara itip aklıyla hareket ederek bir an önce sorunu bizim nesille çözmeye çalışmalıdır.
Ve eklemişti: “Bu son bir şanstır...”
* * *
Onun ölümü, Kürt sorununu silaha el atmadan çözmeyi deneyen Kürt hareketinin eski kuşağının artık yavaş yavaş sahneden çekilmeye başladığını gösteriyor.
Elçi’nin yaşam öyküsünün de gösterdiği üzere, bu kuşağın ödemiş olduğu ağır bedel, bugün büyük bir haksızlık olarak karşımızda duruyor. Bayındırlık Bakını iken sarf ettiği “Kürtler vardır, ben de Kürdüm” şeklindeki sözler, Elçi’nin Yüce Divan’da aldığı mahkûmiyet kararının en önemli delilleri arasındaydı ve kendisinin 2 yıl 3 ay hapis yatmasına yol açmıştı.
Bugünkü ölçülerimizle, değer yargılarımızla baktığımızda, bir insanın “Kürdüm” dediği için başının derde girmiş olması 2012 yılında çoğumuza yadırgatıcı geliyor, vicdanımızı acıtıyor.
* * *
Bir sözün ne anlam taşıdığını, telaffuz edildiği anda geçerli olan değer yargıları ve mevzuat üzerinden değerlendirmek olsa olsa geçici bir hükmü yansıtıyor. Gerçek hükmü daha sonra tarih veriyor.
Kürt sorununda bugün dalgalar halinde cezaevlerini doldurarak, yeni davalar açarak yayılan güvenlikçi politikaların isabet derecesini de gelecekte daha iyi anlayacağız.
Kuşkusuz sanıkları koymak üzere yeni cezaevleri için bütçeden her zaman kaynak bulunabilir. Dün Cizre'de toprağa verilen Şerafettin Elçi de hayatının önemli bir bölümü cezaevlerinde ve mahkeme salonlarında geçirmişti.
Onu her 10 yılda bir demir parmaklıklar arkasına hapseden, yargılayan irade, tabutunun 2012 yılında TBMM’den bir saygınlık halesiyle uğurlanacağına muhtemelen hiç ihtimal vermiyordu.
Paylaş