CUMHURİYET yazarı Mustafa Balbay’ın Silivri Cezaevi’nde 1000’inci gününü geride bırakmasının sembolize ettiği uzun tutukluluk sorununun ülkenin en önemli konularından biri olduğu hususunda Türkiye’de emsali görülmemiş bir mutabakat şekillenmiş durumda.
Cumhurbaşkanı’ndan TBMM Başkanı’na, oradan ana muhalefete ve basına kadar herkes çözüme kavuşturulması gereken ciddi bir sorunun varlığı konusunda görüş birliği içinde. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, son olarak önceki gün “Uzun süren tutukluluk sürelerinin cezalandırmaya dönüşmesinden gerçekten rahatsız oluyorum. Basın ve ifade özgürlüğüyle ilgili cezalar da beni rahatsız ediyor. Türkiye’nin reformist sürecini gölgeleyen bir hal alıyor. Meclis’e gerekli çalışmaları yapması için çağrımı tekrarlıyorum” dedi.
AİHM’DEKİ TÜRK YARGICIN UYARISI
İşin sıkıntılı bir tarafı, bu sorunların Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde (AİHM) birbiri ardına mahkumiyet kararlarına yol açarak, Avrupa hukuk sistemi ile Türkiye arasında ciddi derecede baş ağrıtan bir mesele haline gelmiş olmasıdır. Son olarak geride bıraktığımız hafta Türkiye tutuklulukla ilgili uygulamalardan dolayı AİHM’de yine mahkum olmuştur. Geçen hafta önemli bir uyarı da “Türkiye’de bazı şeyler yolunda gitmiyor” diyen AİHM’deki Türk yargıcı Prof. Işıl Karakaş’tan gelmiştir. Türkiye’den mahkemeye gelen başvurularda büyük bir artış olduğunu belirten Prof. Karakaş’a göre, ilk sırada tutukluluk ve yargılama sürelerinin uzunluğu meselesi yatıyor. Prof. Karakaş, “tutukluluğun son derece istisna bir önlem olduğunu” belirterek, “Yani kişinin dışarıda olup da davasının devam etmesi normal bir kural iken, Türkiye’de bunun tam tersi yapılıyor. Herkes tutuklu, davalar tutuklu olarak devam ediyor. İlk baştan prensibe taban tabana zıt bir uygulama var” diye konuşuyor. Karakaş, “Maalesef (sorunun) Türkiye’deki hakimlerimizin, yargı organlarının uygulamalarından da kaynaklandığını düşünüyorum, sadece yasal sorun meselesi değil” diye ekliyor. AİHM yargıcının, verilen mahkumiyetler açısından Türkiye’yi ifade özgürlüğü alanında “en kötü durumda olan” ülke olarak nitelendirerek, “Türkiye ile Avrupa Konseyi’nin diğer ülkeleri arasında büyük uçurumlar olduğunu” belirtmesi de düşündürücüdür.
ERGİN YİNE SÖZ VERDİ
İlginçtir ki, Adalet Bakanı Sadullah Ergin de geride bıraktığımız haftanın bir bölümünü Strasbourg’da Avrupa Konseyi ve AİHM’nin üst düzey yöneticileriyle görüşüp, Türkiye’nin AİHM kararlarına uyum sağlanması konusunda gerekli önlemlerin alınacağı konusunda güvenceler vermekle geçirmiştir. Bakan, yaptığı açıklamada, AİHM’e başvuruların sayısını azaltmak için gerekli bütün adımların atılacağını, yapılacak yasal değişikliklerin “uzun tutukluluk ve ifade özgürlüğünü de kapsayacağını” belirtmiştir. Ergin’in yaptığı bu taahhüdün ilk ciddi işareti geçen ay Ankara’da Adalet Bakanlığı’nın Avrupa Konseyi ile birlikte düzenlediği “AİHM kararları ve sorunlar” başlıklı çalıştayda verilmişti. Bu toplantıya katılan Avrupa Konseyi Genel Sekreteri Thorbjorn Jagland’ın Türk hükümetinin kendisine yaptığı taahhütlere dayanarak şu önemli açıklamada bulunmuştu: 1. Ocak ayından itibaren Adalet Bakanlığı ve Avrupa Konseyi ifade özgürlüğü ve medya özgürlüğü alanında durumu iyileştirmek için birlikte çalışacaklardır. 2. Özellikle AİHM’den çıkan kararlar ve İnsan Hakları Komiseri Thomas Hammarberg’in verdiği raporlar çerçevesinde Türkiye’deki mevzuatın, özellikle de Terörle Mücadele Yasası ve Ceza Yasası’nın değiştirilmesine dönük olarak bir dizi faaliyet gerçekleştirilecektir.
BATI’DA İNANDIRICILIK SORUNU ÇIKABİLİR
Yılbaşından itibaren Türkiye ile Avrupa Konseyi arasında bütün bu konularda yakın bir çalışma başlatılacak ve Ergin’in açıklamasına göre hazırlanacak bir rapor uygulamaya geçirilmek üzere bir eylem planına dökülecektir. Bütün bu çalışmalar -ne kadar iyi niyetli olursa olsun- karşımızda asılı duran ve insanların özgürlüklerinden mahrum kalmalarına yol açan sorunun aciliyetine karşılık vermiyor. Bu hazırlıklar 2012’nin ortalarına sarkar ve araya Meclis tatili girerse, 2012 sonbaharında kendimizi yine aynı yerde sayarken bulabiliriz. Artık oyalanarak kaybedilecek zaman kalmadı. Bu çalışmaların ne yapıp yapıp hız kazanması zorunludur. Aksi takdirde hükümetin yaptığı taahhütler, Avrupa’dan gelen baskıları püskürtmeye dönük zaman kazanma amaçlı taktik çabalar olarak algılanabilir. Böyle bir algı, hükümet açısından Batı dünyasında çok ciddi bir inandırıcılık sorunu yaratabilir. Bu kaygılarımda yanılacağımı ümit etmek istiyorum.