Açık bir ölüm tehdidiydi...
Tehdit eden kişi, 27 Mayıs darbesini yapan Milli Birlik Komitesi’nden Tümgeneral Sıtkı Ulay’dı.
Tümgeneral Sıtkı Ulay
Bu tehdidin hedef aldığı kişi ise tam dokuz gün önce yapılan seçimde Adalet Partisi (AP) listesinden Samsun senatörü seçilen ve daha sonra Cumhurbaşkanlığı makamı için adaylığını açıklayan anayasa hocası Ordinaryüs Profesör Ali Fuad Başgil’di.
Başbakanlık’taki görüşme 24 Ekim 1961 tarihinde gerçekleşiyordu.
Profesör Ali Fuad Başgil
DARBECİLERİN HAPSE ATTIĞI ANAYASA HOCASI
Seçim sırasında İsviçre’de bulunan
Gerçi tekrar olacak ama Anayasa Mahkemesi Başkanı Prof. Zühtü Arslan’ın kurumdaki görev süresinin dolması nedeniyle ayrılması ve yerine Başkan Vekili Kadir Özkaya’nın seçilip göreve başlaması bu başlıklardan biriydi.
Son aylarda siyaset sahnesinde ve yargı dünyasındaki tartışmalarda bazı kesimlerce sıkça hedef tahtasına konan, projektörlerin üzerine çevrildiği Anayasa Mahkemesi, bu sıkıntılı dönemde yoluna yeni bir başkanla devam edecektir.
Özkaya, geçen dört yıl boyunca mahkemede Başkan Vekili ve aynı zaman zarfında bireysel başvuruları inceleyen iki daireden biri olan İkinci Daire’nin de Başkanı olarak görev yapmıştı.
İdare hukuku kökenli olan Özkaya, Danıştay kontenjanından AYM’ye gelmiş bir üye. Kendisi, Recep Tayyip Erdoğan’ın 2014 yılı ağustos ayında Cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra aynı yılın sonunda aralık ayında AYM’ye atadığı ilk üye. Mahkemedeki görev süresinin dolacağı 2026 yılı sonuna kadar başkanlık makamında oturacak.
*
Öncelikle, Prof. Arslan ile Özkaya arasında geçen 19 Nisan tarihinde düzenlenen görev devir teslim töreninin zarif ölçülerin hakim olduğu bir ortamda gerçekleştiği belirtilmeliyiz.
Örneğin Özkaya, konuşmasında Arslan’ın yönetimindeki “tamamen akla dayalı, realiteye uygun idare anlayışı ve icrasının takdire şayan olduğunu” kaydederek, kendisinin “mahkemede kurumsallaşma ve verimliliğe çok önemli katkılar yaptığını” söylüyor. Mahkemenin “bugün geldiği noktadaki başarısının en önemli nedeninin Prof. Arslan’ın gösterdiği gayret ve tercihler olduğunu” anlatıyor.
Kendisinin bir
ÖNÜMÜZDEKİ günlerde “etki ajanlığı” meselesini tartışmaya hazır mıyız? Günlerdir basında çıkan haberlere bakılırsa, iktidar TBMM’ye getirmeye hazırlandığı Dokuzuncu Yargı Paketi çerçevesinde “etki ajanlığı” diye bir suç kategorisi ihdas ederek, bu suç fiilini yaptırıma bağlamayı planlıyor.
Bu konudaki yasa tasarısı henüz resmen sunulmamış olmakla birlikte, daha şimdiden bu meselenin lehinde ve aleyhinde öne sürülen görüşlerin ortalığı kaplamasına bakılırsa, siyasetin yakında sert bir türbülansa girmesi muhtemel görünüyor.
*
Bu başlıktaki tartışmalar Adalet Bakanı Yılmaz Tunç’un bu ayın başında Yeni Şafak gazetesinin Ankara Bürosu’nu ziyaret ederek Dokuzuncu Yargı Paketi içeriği konusunda yaptığı açıklamaların ertesinde gündeme geldi.
Yeni Şafak’ın 5 Mayıs tarihli nüshasında fotoğraflı olarak duyurduğu habere göre, Tunç, bu ziyaret sırasındaki açıklamalarında “yeni yargı paketinde yabancı istihbarat örgütlerinin Türkiye’deki casusluk faaliyetlerinin önlenmesine yönelik kapsamlı ve önleyici yeni yasal düzenlemelerin de yer aldığını” duyurdu.
Bakan’ın dikkat çeken bir ifadesi, yargı paketine “yeni tip casusluk suçları için” bazı maddelerin konacağını belirtmesiydi. Tunç, Türk Ceza Kanunu’nda tanımlanan mevcut casusluk suçunun “teknik olarak bilgi ve belge üzerinden işlenebilen bir suç tipi olduğunu” belirttikten sonra “Ancak...” diye cümleye girdi ve ekledi:
“geldiğimiz noktada çok daha farklı tekniklerle casusluk kavramı içinde kalabilecek suçlar işlenebilmektedir. Hatta bazı ülkeler veya organizasyonlar bu yeni tekniklerle başka ülkelerde operasyon yapabilmekteler. Ülkemizin böyle operasyonlara maruz kalmaması ve yeni tip casusluk suçlarının caydırıcı bir şekilde soruşturulup kovuşturulabilmesi için hazırlanmış bir taslağımız var. İstihbarat birimlerimizin ihtiyaçlarını karşılayabilecek düzenlemelerdir.”
Tunç
Ülkenin başkentinde il emniyet teşkilatının organize suçlarla mücadeleden sorumlu müdür yardımcısı ile onun altındaki bir grup polisin tutuklanmış olması, ne kadar ciddi bir sarsıntı ile karşı karşıya olduğumuzu göstermek bakımından yeterlidir.
*
Hadiselerin ve ortaya atılan iddiaların büyük bir bölümü kamuoyuna yansımış olduğu için bunları detaylı bir şekilde tekrarlayacak değiliz. Ancak dosyanın ana akışında, Ayhan Bora Kaplan hakkında geçen eylül ayında başlatılan soruşturmayla birlikte ortalığa saçılan garip ilişkiler, davranışlar yatıyor.
Aslında bu dosyanın üzerinde asılı duran önemli bir soru da, geçen 8 Eylül’de yurtdışına çıkmaya hazırlandığı sırada Ankara’da yakalanan bu şahsın nasıl olup da uzun bir süre ciddi bir engellemeyle karşılaşmadan dokunulmaz bir konumda yasadışı faaliyetlerini sürdürebildiğidir.
Hakkında daha önce yürütülen ve savcılıklarca takipsizlik kararları alınan soruşturmaların içeriğine, kendisi yakalandıktan sonra geçen 17 Ocak’ta kabul edilen iddianamede yer verilmiş olması, hemen geçiştirilebilecek bir durum değildir.
Sonrasındaki süreçte soruşturmanın kilit sanıklardan biri olan Serdar Sertçelik’in durumu dosyanın en yakıcı bölümlerinden biridir. Sanık Sertçelik, aynı zamanda gizli tanık statüsüne de geçirilmiş, hakkında ayağına denetim amaçlı elektronik kelepçe takılması kararı olduğu halde bütün kısıtlamalara rağmen sıkça Ankara’nın gece hayatında boy gösterebilmiş, böyle bir akşamda ayağından vurulmuş, daha sonra elini kolunu sallayarak yurtdışına kaçabilmiştir.
*
Kürsüde İsmet Özel’in dizesini okuyan kişi, o gün tam 12 yıl süren Anayasa Mahkemesi üyeliği görevinden ayrılmakta olan, mahkemenin son 9 yıldır başkanı konumundaki Prof. Zühtü Arslan’dan başkası değildi.
Bu, onun veda konuşmasıydı ve İsmet Özel’e atfı yaptığı sırada “renkli olmayan, siyah/beyaz bir hikâye” olarak nitelediği kendi hayat öyküsünü, çocukluğunu anlatıyordu.
Bu, “kendisine has bir hikâye değildi”, “bozkırın kavruk çocuklarının ortak hikâyesi”ydi...
Hikâyede, Yozgat’ın Sorgun ilçesinde, annesinin ifadesine göre “ırgatlık zamanı”nda, yani ekinler biçilirken kırk metrekarelik iki odalı bir evde gözlerini dünyaya açan bir çocuğun öyküsü var. Kendisi ilkokula başlarken doğum tarihi bilinmediğinden, nüfus memuru “kafa kağıdı”na 1 Ocak 1964 tarihini yazmıştı.
Hayat öyküsü kendisi lise öğrencisiyken babasını kaybetmesiyle büyük bir sarsıntıya uğramıştır. Babasının ölümünün onda bıraktığı izleri anlatırken, Cemal Süreya’nın “Sizin hiç babanız öldü mü/Benim bir kere öldü kör oldum” dizelerini okudu Prof. Arslan.
“Cemal Süreya’nın dizeleri gibi hakikaten benim için de hayat babam öldüğünde bir kabusa dönüşmüştü , dünyam kararmıştı” diye anlattı ve ekledi: “Bir anda olgunlaştım, çok hızlı şekilde büyüdüm.”
‘KELİMELER BİZİ SARHOŞ EDER, YAŞADIKLARIMIZ İSE UYANDIRIR...’
Konuşmasının daha sonraki bölümünde
MHP’ye üçüncü sırada yer vermemizin nedeni, daha önceki yazılarımızda da belirttiğimiz gibi, seçimden hemen sonra “Türkiye Geneli” olarak paylaşılan sıralamada bu partiye atfedilen oranın durumu gerçekçi bir şekilde yansıtmamasından kaynaklanıyor.
Seçimde 30 büyükşehirde belediye başkanlığında kullanılan oylar ile 51 ilde il genel meclisi oylarının toplamını esas alan bu hesaplamada, MHP, yüzde 4.99 oranı ile DEM Parti ve Yeniden Refah Partisi’nin ardından beşinci sırada geliyor.
Aslında belediye başkanları yerine parti aidiyetiyle kullanılan ilçe belediye meclisleri oylarını esas alan daha gerçekçi hesaplamada, MHP oran olarak yüzde 6.59’a çıkarak, bu kez Yeniden Refah’ın arkasında dördüncü sırayı alıyor.
MHP İL GENEL MECLİSLERİNDE BİR YIL ÖNCEKİ OYUNUN BİRAZ ÜSTÜNDE
Kanaatimizce, MHP’nin gerçek oyu bu oranın da üstündedir. Bunun nedeni, dünkü yazımızda da anlattığımız üzere, MHP’nin yapılan seçim ittifakı çerçevesinde 30 büyükşehirde ilçe belediye meclislerinin yaklaşık beşte dördünde AK Parti listelerini desteklemiş olmasıdır.
Bunun sonucu büyükşehirlerde MHP oylarının azımsanmayacak bir bölümü sandıklarda AK Parti oylarının içine geçmiş bulunuyor. Bu olguyu göz önünde bulundurursak, mantıken MHP’nin oranının yüzde 6.59’un üstünde olduğunu kabul etmemiz gerekir.
Buna karşılık, büyükşehirlerin dışında kalan 51 ildeki il genel meclisi seçimlerinde ittifak yapılmadığı için, 31 Mart’ta MHP’nin bu pusulalardaki oyunu kesinlik içinde ölçebiliyoruz. YSK’nın web sayfasında yayımlanan sonuçlara göre, MHP, 51 ildeki il genel meclisleri oy sayımında tam 1 milyon 709 bin 671 oy almıştır. Bu oyun 51 ilin toplamı içindeki oranı yüzde 16.64’tür.
Bu toplam, MHP’nin 14 Mayıs’ta yapılan milletvekili seçiminde söz konusu 51 ilde aldığı 1 milyon 593 bin oyun bir nebze üstünde görünüyor. İl genel meclisleri için 51 ilde oy kullanan seçmenler, Türkiye’deki toplam seçmenin yüzde 22’sine karşılık geliyor.
Bunu yaparken önce karşımızda asılı duran ana fotoğrafı bir kez daha gerçekçi bir şekilde okumamız gerekiyor. Seçimin “Türkiye Geneli” sonucu olarak sıkça referans alınan tabloyla ilgili çekincemizi bu amaçla bir kez daha kayda geçirelim.
Bu çerçevede, A) 30 büyükşehirde belediye başkanlarının aldıkları oyları, B) 51 ilde daha çok parti aidiyetiyle verilen il genel meclisleri oylarına ekleyerek yapılan hesaplama, bize ana fotoğrafı her iki büyük parti açısından da “arttırılmış” bir şekilde sunuyor. Bu hesaplama CHP’yi yüzde 37.77, AK Parti’nin yüzde 35.49 oranında gösteriyor.
Oysa bu rakamlar “brüt” oranlara işaret ediyor. Çünkü, belediye başkan adaylarının kendi parti tabanları dışında diğer partilerden aldıkları destek oylarını da kapsıyor söz konusu oranlar. Örneğin, CHP’li Ekrem İmamoğlu’nun İstanbul’da parti oyu dışında aldığı yaklaşık 460 bin, keza AK Partili Hamza Dağ’a İzmir’de Cumhur İttifakı dışında gelen 170 bine yakın takviye oy da bu oranların içindedir.
31 Mart seçimlerinde partilerin gücünün doğru parametreler üzerinde ölçülebilmesi için bu yöntem yerine A) 30 büyükşehirde parti aidiyetinin ağır bastığı ilçe belediye meclisleri oyları ile yine B) 51 ildeki il genel meclisi oylarının toplamını esas almalıyız. Bu durumda Türkiye genelinde CHP’nin oyunu 34.51’e, AK Parti’nin oyunu da 32.42’ye çekmemiz gerekir.
İHTİYAT PAYI BIRAKILMASI GEREKEN NOKTA
Ancak, bu rakamları esas alırken de bir konuda daha ihtiyat payı bırakılmalıdır. MHP, AK Parti ile 30 büyükşehir için yapılan seçim ittifakı uyarınca, Türkiye genelinde ilçe belediye meclislerinin neredeyse beşte dördünde (519’da 416) liste çıkarmayıp doğrudan AK Parti adaylarını desteklemiştir. Kalan 103 ilçede de AKP, MHP adaylarına destek vermiştir.
Bu işbirliğinin sonucu olarak AK Parti’nin yüzde 32.42 oranında beliren ülke geneli oyu içinde hala sayıca kayda değer miktarda MHP seçmeninin bulunduğunu teslim etmemiz gerekir. Aynı çerçevede çok daha sınırlı miktarda MHP oyu da AK Parti oyunun içindedir.
31 Mart seçimiyle ilgili vurgulanması gereken bir nokta, oylarının ittifak sonucu birbirinin içine geçmesi nedeniyle, AK Parti ve MHP’nin 30 büyükşehirde sandıklarda elde ettikleri sonuçların ayrıştırılıp kesin rakamlar içinde ölçülebilmesinin mümkün olmamasıdır. Bu konuda ancak tahmin yürütülebilir. Buna karşılık, iki partinin işbirliği yapmadığı 51 ildeki il genel meclisi seçimlerinde oyların bu şekilde iç içe geçmesi durumu yaşanmamıştır.
Ancak bunu yaparken genel bir tespitle yazıya girmek yerine, önce örnek olarak seçtiğimiz bir ilin sonuçlarına odaklanarak, buradan hareketle meseleyi ortaya koymaya çalışacağız.
Bunun için ele alacağımız metropol, önemli bir sanayi merkezi olan ve 2002’den itibaren tartışmasız AK Parti’nin her seçimde önde çıktığı Gaziantep.
Beklendiği gibi, AK Parti, 31 Mart’ta büyükşehir belediye başkanlığını bir kez daha farklı bir şekilde kazansa da, yine de herkesi şaşırtan bir sonuç çıktı sandıklardan Gaziantep’te.
Büyükşehir belediye başkanlığı üçüncü dönem için yine AK Parti’li Fatma Şahin’de kaldı ama ciddi bir oy kaybıyla...
Fatma Şahin, 2014 seçimini 490 bin oyla kazanmış, ardından 2019 seçiminde 494 bin oy alarak, yarım milyon eşiğini tahkim etmişti. Bu kez 358 bine düştü oyları. Yaklaşık 136 binlik bir gerileme söz konusu.
GAZİANTEP’TE OY ORANINDA 9.40 PUANLIK GERİLEME
Gaziantep’te daha düşündürücü bir tablo, ağırlıklı olarak parti aidiyetiyle verilen ilçe belediye meclisleri oylarında yaşandı.