Kitaplar da insanlar gibi biraz; bilmişi var, ahkâm kuşu var, suskunu var, çığırtkanı var, yalancısı var, kaz kafalısı var, popüleri var, göbeklisi, sıskası... Var oğlu var... Ama içlerinde bir grup var ki, beni şu sıralar, nedendir bilmem, çileden çıkarıyor. Her şeye, her duruma, her içinden çıkılmaza hazır reçeteler sunan kitaplar bunlar. Mesela, sevgilinden mi ayrıldın, buyrun size bir “sen aslında sevginin ne olduğunu bilmezsin kızım” kitabı! Hiç abartmıyorum, yalanım varsa bir daha Dante okumak nasip olmasın bana! Hatta kanıtlarım bile bu iddiamı. Hiç üşenmeyin, internetten bir sanal kitapçıya giriverin. Şu “Kişisel Gelişim” denen reçete/peçete kitaplar bölümüne tıklayın. Öylesine, rastgele birkaç tanesinin içeriğini okuyuverin. Sanki, doğrudan pazarlama yapan bir temizlik şirketinin dönem toplantısına katılmışsınız, salonda unutulmaz Rocky filminin efsane şarkısı “Eye of the Tiger” çalıyor gibi! Hemen hepsi kibrit alevi gibi, bir anda parlayan ve aynı hızda sönüveren bir motivasyon yaratmak için bulunmuş, buluşturulmuş “yapabilirsin”, “edebilirsin”, “değişebilirsin” ayetleri! Tabii bolca da “bilmem kim bakın nasıl başardı” örneği; bir tür kanıt gösterme ihtiyacı duyuluyor elbette. Ama benim çileden çıktığım nokta, bu benzer reçetelerin aynı kazanda defalarca kaynatıla kaynatıla katran kıvamında önümüze getirilişine değil! Bizi, aslında hiç varolmayan bir gerçeklik ile sarmalaya çalışmalarına...
Mesela, demiştim bir önceki paragrafta. Şimdi şu mesela meselesini biraz açayım. Mesela, cidden canınız yanıyor, nefesiniz kesiliyor, ağlayıp zırlamaktan helak olmuşsunuz, hayatınızda ne gerçek ne değil sorgulamaktan, soru sormaktan bitap düşmüşsünüz... Sıra yanıtları vermeye, aramaya değil, gerçekten yanıt bulmaya gelmiş. O ana kadar hep sorular ile yaşamışsınız ve yanıtların verildiği bir evrende yaşamanın nasıl olacağını kestiremiyor, korkuyorsunuz. Yapmak istedikleriniz ile yapmanız gerekenler sizi ortadan ikiye ayırmak üzere. Doğru ile eğri birbirine girmiş, Araf’ta yürüyen Humpty Dumpty gibi ne olduğunuz yerde güvendesiniz ne de başka bir yerde, başka bir zamanda varolmaya yetecek cesaretiniz var. Nafile bir teskin, bir boşluk doldurma, geçici bir yalnızlık savuşturma değil sizin istediğiniz.
İşte tam bu haldeyken, şu “yaparsın, edersin, aslansın, kaplansın” kitaplarını elinize almayı deneyin bakalım. Bir kere, daha ilk satırdan itibaren, o ana kadar deneyimlediğiniz, sezdiğiniz, öğrendiğiniz ya da bellediğiniz her şeyin birer “ezber”den ibaret olduğunu söyler size bu kitaplar. Mesela, aşktan ölüyorsunuzdur; yo, hayır, aşk değildir sizinki, önce doğru tanımı yapın (bir uyarı aldınız bile!). Neymiş efendim bizimki: Bağlılıkmış, alışkanlıkmış, falanmış, filanmış... Ama, asla aşk değilmiş! Aslına bakacak olursanız, bu kitaplarda bildiğimiz, bal gibi hissettiğimiz duygulara “yok canım, sen yanlış biliyorsun” bilmişliği ile yeni bir tanım getirmek adetten sayılmalıdır. Elbette önce size nasıl hissetmeniz, nasıl kavramınız gerektiğini “ezberletilmeli”, yepyeni ve mutlu bir yaşam için reçeteler sıralanmaya ondan sonra başlanmalıdır. Bu tür kitapları okumaya başladığınızda, önce kendi hislerinizden şüpeye düşürülürsünüz. Zaten “sen şöylesin, böymesin” denmesine, kendimize dair tanımlar konmasına dünden razı bir ruh hali ile sayfaları çevirdiğimizden, kitapların vaad ettiği saklı cennete varmak hiç zor değildir okudukça... Kitabı bitirip kapattığınızda, artık yeni biri gibi hissediyorsunuzdur. Ve, gerçekten de, tastaman öyledir! Sizin için, ve tabi kitabı okuyan diğerleri için de, çizilen karaktere kendinizi yamamış, yepyeni bir kavrayış ile donanmışsınızdır!
Şimdi, Tanrı aşkına, lütfen biri bana söylesin, sıfır kilometre, cilalı, yeni kimlikler ile kimin hayatını yaşamaya başlıyoruz biz? Herkesi bağışlıyoruz ve o bağışlanmışları hayatımızda hâlâ istiyor muyuz? Kendimizi bağışlıyoruz ve bağışlanmış kendimiz ile geçirmekte olduğumuz hayat nasıl değişiyor? Tüm arızalarımızdan, kusurlarımızdan, tutkularımızdan “gerçekten” arınmış bir hayat mı istiyoruz? Yoksa arızalarımızı, kusurlarımızı, tutkularımızı mazur gösterebildiğimiz ve görebildiğimiz bir hayat mı vaad edilsin istiyoruz aslında bize?
Araf’ın üzerinde dengede durmaya çalışan, korkudan ödü patlayan tüm Humpty Dumptyler! Hemen, şimdi isyan edin! Kendinize, içine kendinizi hapsettiğiniz kabuğa isyan edin! Duvardan aşağı düşmekten korkacağınıza, kendi başınıza düşmeyi öğrenin! O duvardan firar edin! O duvarı Araf’a siz diktiniz! Hayatınızdaki boşlukları doldurmasını umduğunuz tüm insanlarınız o duvarın bir tuğlası aslında! Kurtulun onlardan! Harekete geçmek için bir “Gel” çağrısı beklemeyin, sizi hayatında bir yama gibi taşıyan insaların “Git” dediklerini duyun, bu sese kulak asmamazlık etmeyin! Kendinizi teskin etmeye çalışmayın! Akıttığınız gözyaşlarının, attığınız çığlıkların bir bedeli olduğunu da asla düşünmeyin! Tam da okumakta olduğunuz satırlarda gördüğünüz “Şöyle yapın, böyle yapmayın” tavırlı nafile ukalalıkları ise hiç ciddiye almayın! Ama ille de birini, bir şeyleri ciddiye almak istiyorsanız, aşağıdaki satırların ve yazarının ilginizi hak ettiğini cüretle iddia edebirim!
“Senin buraya gelmenin sebebi sadece bizim sana ‘Gel’ dememiz değil, ayrıca onların sana ‘Git’ demeleri. Hiç kimseye ‘kötüdür’ deme. Aslında onlar, bilmeden iyilik eden insanlardır.”*
* İhsan Oktay Anar; “Suskunlar”, İstanbul, İletişim Yayınları, 2007
Aynı defter içerisinde yer alan Tears For Fears grubunun şarkı sözlerinden çıkarabildiğim kadarıyla, '80'li yılların sonuna doğru tutmuş olmalıyım bu kaydı. İngiltere'de Thatcher mı iktidardaydı, Amerika'da Reagan gitmiş Bush gelmiş miydi, beyaz spor ayakkabıların dili dışarı mı çıkarılıyordu yoksa bağcıklar mı bileğe bağlanıyordu, Hülya Avşar bir tutam saçı alnının hemen üzerinde dolma model topluyor muydu, Banu Alkan perma yaptırmış mıydı, İbrahim Tatlıses Türk Michael Jakson'ı mı Türk Pavarotti'si olarak mı lanse ediliyordu, vadkalar ceketlerden çıkartılmış mıydı, karpuz kolun modası hâlâ sürüyor muydu, electric boogie mi daha popülerdi heavy metal mi, Madonna zenci İsa ile sevişmiş miydi yoksa hâlâ kendisine öğüt vermemesi için babasını mı uyarıyordu, güneşte bırakıldığında eriyen kasetler miydi yoksa CD mi, seyircilerden gelen yoğun talep üzerine Dallas kaçıncı kez ilk bölümüne bis yapıyordu, Michael Knight'ın direksiyonunda oturduğu Kara Şimşek mi nam-ı diğer yeşil mercimek mi daha popülerdi, Yuppieler beyaz yakalı gömlekler giymeye başlamışlar mıydı, Tanju aldığı o altın ayakkabıyı ayağına geçirmeyi hiç denemiş miydi, ilk Pizza Hut açılmış mıydı, belgesel izlemekten usanmış pembe dizilere mi rağbet eder olmuştuk, Çernobil patladıktan sonra çay satışlarında düşüş yaşanmış mıydı, Bob Geldof Afrika'daki açlığın önünü kesebilmiş miydi, Bono New York'ta düzenlenecek küreselleşme zirvesine davet edileceğini hayal edebiliyor muydu, Turgut-Semra Özal çifti cemiyet haberleri sayfasını ilhak etmiş miydi, Dünyayı Sarsan On Gün belgesel-filmini Bahariye Hakan sinemasında üç kişiyle birlikte mi izlemiştim, Flash Dance'in kapalı gişe oynayışının üzerinden kaç sene geçmişti, Orhan Pamuk Der Spiegel'de çarpıcı açıklamalar serisinin ilkini gerçekleştirmiş miydi, kediler krallara bakabiliyor muydu, ilk devekuşu üretme çiftliğimiz kurulmuş muydu?.. Kayıt altına alınmış tarihin yararına inanmadığımdan olacak, ne akıl defterime düşülmüş tek bir tarih notu var ne de hafızamda tuttuğum olaylar silsilesini kayıt altına almışım. Zaten, Simone de Beauvoir'un o cümlede ne söylemek istediğini o tarihlerde anlayabilmiş olsam, hayata dahil edilen anlamlar mekaniği gereği, yaşamın içinde eriyip gidecek, unutulacaktı bu cümle. İçerdiği anlam, hayatı biçmeye çalıştığımız kumaşa yamanacak, birkaç yıkama sonrasında rengi atacak, belki de diğer yamaların reklerine boyanacaktı. Şimdi kendi kendime söylüyorum da, unutmak korumaktır!
Kadim zamanlarda, İstanbul Üniversitesi'nde klasik arkeoloji tahsil ettiğim yıllarda, yaz tatili süresince kazılara gitmek en büyük hevesimizdi. Bir anlamda, edinilmiş bilgiyi somutlama ihtiyacı içerisindeydik. Tabi bilgiyi mi yoksa kendimizi mi somutlamak ihtiyacıydı bu, orası uzun uzadıya tartışılabilir. Her neyse; diyeceğim şudur ki, biz tıfıl öğrenciler katılmak istediğimiz kazıları yöneten profesörlerin odaları önünde tırnaklarımızı kemirerek voltalar atarken, o zamanlar doçent şimdilerde profesör olan bir muhterem hocam yanımıza gelip hüzünlü gözlerle süzerdi hepimizi. Biz de, o gitmeyi pek istediğimiz kazıya alınmayacağımızı, koca bir yazı daha ailemizin peşine takılıp bilmem hangi tatil yöresinde geçireceğimizi düşünüp üzüntüye kapılırdık. Açıkçası hocamızın o vah vahlı bakışı sinirimizi bozardı. Bu gerilime dayanamayan bir sınıf arkadaşım mı yoksa sözünü her koşulda esirgemeyen bir cengaver mi çıktı aramızdan tam anımsamıyorum, hocamızın yanına gidip neden bize acır gibi baktığını soruverdi. Hocamızın verdiği yanıt, arkeoloji bilimini icra etmek hususundaki tüm hevesimi bir anda yok etmiş olmasına rağmen, yaşamda meydana gelen olaylara kendi aklımızın erdiğince bakmanın güdüklüğü hakkında asla unutmayacağım bir ders içeriyordu. Her kazı öncesinde neden hüzünlendiğini şöyle açıklamıştı sevgili hocam: "Bizler geçmişi anlamak, geçmişin izlerini sürmek, elde ettiğimiz ipuçlarıyla bugünü ve geleceği yorumlamak gibi bir tür kehanet işi yapıyoruz. Geçmiş zamanlarda yaşamış atalarımızın kemiklerini, kullandıkları aletleri, içinde yaşadıkları yerleşimleri, verip aldıkları hediyeleri çıkarıyoruz topraktan. Kimisi, daha onları topraktan çıkarmaya çalıştığımız anda avuçlarımızın arasında dağılıyor, kimi yerleşimi, daha alt katmanlarda neler olduğunu görebilmek için yıkıp, yerle bir ediyoruz. Kimisine bir envanter numarası verip müzelerde çürümeye terk ediyoruz. Bu yaptığımızın, tarihin belleğini katletmek olduğunu sanıyorum. Elimizdeki bilimsel olanaklar, ancak toprak altında uyuyan geçmişimizin maddi mirasını oldukları yerde, onları hiç kıpırdatmadan inceleyebilecek düzeye eriştiğinde gerçekten bilim yaptığımızı söyleyebileceğim. Şu anda yapmakta olduğumuz tek şey yıkmak, yok etmek, tahrip etmek ve çürümeye terk etmek. Bu yolla edindiğimiz bilginin yok ettiğimiz kültür mirasının yanında devede kulak kaldığını düşünüyorum."
İşte o günden sonra içime bir şüphe düştü. Hiçbir şey gördüğümüz, algıladığımız gibi olmayabilirdi. Ve kendi kendime bir sonuca vardım. İnsan, her ne yapmakta ise bunu sadece hayatta kendine ait bir denge noktası bulabilmek için yapıyordu. Çünkü Simone de Beauvoir'un söylediği gibi "varoluşu varoluşsuzluğundan gelen" varlıklardık; yani yaşamı ölümlülüğü ile sınırlı yaratıklar... Yaşamakta olduğumuz hayat, her anı ile bize bu gerçeği hatırlatmak için varolmuştu. Ve yaşadığımız bu tek hayat içerisinde, olduğumuz şey bize asla yetmiyordu. Kimimiz daha çok bilmek, bir anlamda başkalarının hayata dair edindikleri, çıkarımladıkları bilgiye sahip olmak peşindeydi. İşte bu yüzden türlü türlü coğrafyada binlerce yazar, milyonlarca sözcük kullanarak yaşamı yeniden ve yeniden üretebiliyor, bulguladıkları ya da ürettikleri gerçekler ciltlerce kitap oluyor evlerimize, okullarımıza, kütüphanelerimize giriyordu. Kimimiz daha çok sahip olmak, mümkün olduğunca çok nesneye hükmetmek, topu topu 70-80 senelik imparatorluğu süresince maddi hükümdarlığının sınırlarını genişletebildiği kadar genişletmek istiyordu. Bir anlamda, ölümlülüğünü hükmettiği nesnelerin çokluğuyla unutmaya, avutmaya çalışıyordu. Kimimiz hep var olmuş ve hep var olacak Tanrı'nın sürüsünden ayrılmanın en büyük felaket olduğunu düşünüyordu. Yaşama dair korkuları, yaşamın bir yanılsama olduğu, asıl varoluşun ölümden sonra gerçekleşeceği fikrine ulaştırıyordu onu ve bu hissiyat içinde esrimeyi seçiyordu. Kimimiz, kurnazca üretilmiş bir reklam sloganında kusursuz ifadesini bulan bir yaşamın tek gerçek olduğuna inanıyordu: "Impossible is nothing - İmkânsız hiçbir şeydir"! Daha az cüretkâr olanlarımız ise, bu kavramın sadece bir dil oyunu olduğunu, ışık saçan Doğu'nun yüzyıllardır aynı gerçege işaret eder olduğunu söylüyordu: "Nothing is impossible - Hiçbir şey imkânsız değildir"! Ve daha yüzlerce teori üretilebilirdi hayata ve yaşam algısına dair. İnsan doğasının ehlileştirilemez bir yabanıllık taşıdığına inanan biri olarak, benim favori teorimi 1918 senesinde Tristan Tzara dile getirmiş: "Detruisons tout et voyons ce qui reste - Her şeyi yıkalım ve ne kaldığına bakalım!"
Şimdilik, ölümsüzlük ütopyasının gerçekleşmesinin uzak bir ihtimal olduğunun farkına varan insanoğlu, gerçekleşmiş bir ütopyanın keyfini sürmekte bir süredir. Bu ütopyanın ana fikri, otuzlu yaşlarına yelken açan yaşdaşlarımın hemen hatırlayacakları bir çizgi filmde saklı: "Hop hop hop, değiş Tonton!" Yumurta formlu, jölemsi gövdeleri ile yerin üzerinde kayar gibi ilerleyen, rengârenk Tonton Ailesi'ni hatırlamayanınız var mı? Hani, yıkılan bir tren köprüsünü fark ettiklerinde hemen form değiştirip kimisi köprü, kimisi ray oluveriyordu; parkta avaz kıyamet ağlamakta olan bir bebekle karşılaştıklarında hemen atlı karınca, salıncak, balon, bugi bugi formunu alıp yavrucağı güldürüveriyorlardı. Tüm bu metamorfozlar esnasında, o büyülü "hop hop hop, değiş Tonton" cümlesini bağırıyorlardı hep bir ağızdan. Tıpkı, sağ ve sol elinin orta parmaklarındaki iki büyülü yüzüğü birbirine dokundurup "Dan din, sihirli dev çık ortaya" diye bağıran diğer bir çizgi film karakteri gibi. Ancak, Tonton Ailesi'nin Sihirli Dev'den tek farkı, kendilerini dönüştürebilecekleri nesnelerin sonsuz çeşitlilikte olmasıydı. Onlar, diledikleri her şey olabiliyorlardı!
On sekizinci yüzyılda yayımlanan temel biyoloji kitabının içinde yar alan ilk derste şöyle söyleniyor: "Adem'in baştan çıkması hepimizi günahkâr kıldı." Ama artık yirmi birinci yüzyılda baştan çıkmak için Cennet Bahçesi'ndeki Adem olmaya hiç gerek yok! Çünkü günümüzde Cennet Bahçesi siberuzay kavramına dönüşmüş, Adem imgesi ise global network şebekesine bağlanabilen tüm kullanıcıları kapsayacak biçimde genişlemiştir. Kutsal Kitap'ta Bilgi Ağacı'nın meyvesini yiyen Adem, belki de her şeyi bilmek isteyen insanoğlunun bu en masum arzusunun günahkârlığına bulanmıştır ve cezası da dünya gezegeninde bir tür sürgün hayatı yaşamaya mahkum edilişidir. Oysa, her şey olmak isteyen yeniçağ insanının cenneti siberuzayda ne bir sürgün ne de günaha girme tehditi vardır. Sadece, internet servis sağlayıcıya ödenecek küçük bir bağlantı ücreti karşılığında, siberuzay'da dileyen herkes dilediği her şey olabilir!
Slovaj Zizek, siberuzay kavramının özünü "birbirinden tutarsız ve uyumsuz evrenlere ait bir mesaj çokluğuyla bombardımana tutulmamız" olarak açıklıyor. Kanımca bu tanımda dikkatten kaçırılmaması gereken en önemli nokta şudur: Mesaj bombardımanına tutan özne ile bombardımana tutulan nesne bir ve aynıdır. Eleştiren de eleştirilen kadar suçludur; maruz kalan ve maruz bırakan aynı iktidarın parçasıdır; oyun, ebeleyene de sobelenene de aynı kuralları dayatır. Bireylerin varolan gerçek dünyadan kaçarak kendileri için yeni gerçeklikler üretebildikleri, hayallerin ötesine geçen bir kavramdır siberuzay.
Felsefeci Robert Nozick'in şöyle bir iddiası var: "Biz sadece arkadaşlara sahip olma ve sevilme deneyimini yaşamak istemeyiz. Gerçekten arkadaşlara sahip olmak ve sevilmek isteriz. Eğer hiç arkadaşımız yoksa ve sevilmediğimizi hissediyorsak, gerçeklikten kaçıp bir düş dünyasına sığınmak isteriz." Ben bu cümlenin bir iddiadan öte, yerinde bir saptama olduğu kanısındayım. Ancak, artık gerçeklikten kaçmak için, yeni bir düş dünyası yaratmak gibi zahmetli bir işe girmeye gerek kalmadığını da eklemek isterim. Günümüzde hemen her şey bizim namınıza düşlenerek bizim için üretilmekte zaten. Hatta, bu kusursuz alış-veriş mekanizmasının çöktüğü noktalarda oluşan boşlukları yamamak için hiç durmadan yeni semboller üreten eşsiz bir sanat diline de sahibiz: Sinema. Temel alışveriş eğilimleri üzerine inşa edilen devasa kapitalist sistem ve bu sistemin sudaki yansısı sanal dünya, ortada bir ihtiyaç yokken satın alma ve ortada birey statüsüne sahip kimse yokken yeni kimlikler edinme arzularını sınırsızca kışkırtıyor. Bunun sonucunda toplumda bir salgın gibi yayılan nevrotikleşme hastalığını gözler önüne sermek de sinemaya düşüyor. Aslında, bu gözler önüne serme meselesinin, size yukarıda görüşlerini aktarmaya çalıştığım üniversitedeki hocamın teorisi ile paralellikler taşıdığını düşünüyorum. Sinema, özellikle de bazı noir ve neonoir örnekler, alışveriş ritüellerinin bireyin varoluşunu hedef alan yıkıcı deformasyonuna dikkat çekerken, bir yandan da bu meseleyi toprak üzerine çıkartıp/bilinç düzleminde değerlendirir gibi yaparak, tehlikeli bir bulaşıcı hastalığın pençesinde ateşler içinde kıvranmakta olan insanın bu halini ister istemez karikatürize ediyor. Dramatik, trajik ya da gülünç, yakalandığımız bulaşıcı hastalığın ruhumuzda yarattığı etkileri bir sinema karesinde görmek, zaten gerçek ile gerçek olmayan arasındaki ayrımı yapamaz hale getirildiğimiz/geldiğimiz çağımızda, bence bir tür masturbatif etki yaratmaktan öteye geçmiyor. The Fight Club filminin ana karakteri Tyler Durden (Brad Pitt)'ın sözlerini hatırlayalım: "İşçi tulumlarımızın ve beyaz yakalarımızın kölesiyiz, nefret ettiğimiz işlerde çalışıyoruz, hiç ihtiyacımız olmayan ıvır zıvırlar satın alıyoruz, televizyon ve reklamlar bize bir gün hepimizin zengin birer rock yıldızı ya da film yıldızı olabileceğimizi söylüyor, ama olamayacağız, gerçeği yavaş yavaş öğreniyoruz." Neyi öğreniyoruz? Sadece bir an için farkına varır gibi olduğumuz şey, gerçekten de gerçek mi? Hepimiz, gerçekten birer rock yıldızı olamayacağımız için mi mutsuzuz? Yoksa, biz gerçekten birer rock star olabileceğimize (Hatırlayın; Impossible is nothing!) hâlâ inanıyor muyuz? Belki de bir rock star olamayacağımızı gösteren, söyleyen her şeye ve herkese nefret besliyoruz. Acaba rock star olmak yerine rock star gibi hissetmekle yetinmeyi mi öğrendik? Daha da korkuncu olarak, bir rock star gibi hissetmenin hayatımızı bir rock star olmaktan daha anlamlı kıldığını mı sanmaya başladık? Hangi gerçeği öğreniyoruz? Eğer, bir şeyler öğrenmekteysek bile, bunun gerçekle ne kadar ilgisi var?
Ve son bir soru: Gerçekten, gerçeği öğrenmek istiyor muyuz?
Sanal dünyada hiç tanımadığım insanlarla, hemen hemen tamamı karşı cinsten olan ve sohbet davetinde bulunan kişilerle neden konuşmak istiyorum, kurulacak ilişkiden ne bekliyorum? Bu sorunun yanıtı zaman zaman değişiyor. Bazen, yapacak daha önemli işlerim olduğu halde, kendimi gayrıciddiye almak ihtiyacı duyuyor, birkaç saat içerisinde gelen bir cümlelik (bazen kelimelik ya da üç beş harflik) yüzlerce mesajın imlediği anlamsızlık beni eğlendiriyor. Bazen, kendi dürüstlüğümü sınamak gereği duyuyorum; gelen mesajların içinden lanettayin birine cevap veriyorum ve son derece ciddiye alarak bana sorulan tüm soruları tek tek yanıtlıyor, karşımdakinin üzerinde konuşma ihtiyacında olduğu konulara katılmaya çalışıyor, nazik ve ölçülü davranıyorum. Kimi zaman, şiirsever damarım kabarıyor ve “Tanrım! Bana bir salıncak!” diye haykırarak, karşımdaki ile sadece edebiyattan, sanattan, şiirden konuşmak istiyorum; beklentim yerine gelmediğinde de düş kırıklığına uğruyorum. Bazen, giyin-süslen-taksi cağır rutinini göze alamayacak kadar tembel hissediyorum kendimi; bir biçimde cazip bulabileceğim biriyle tanışırım beklentisiyle, eşofmanım altımda, sabahlığım sırtımda, saçlarım dağınık, mor halkalar gözlerimin altına yerleşmiş kendime bir gönülçelen arıyorum. Çoğu zaman, herhangi bir nedenle (e-mail’lerimi kontrol etmek, bir konu üzerine araştırma yapmak, F1 yarış takvimine bakmak, vs..) internete bağlanmış oluyorum, facebook penceresini açıyorum; posta kutuma gelip tirinom norinom öten mesaj sinyallerinin birer ateşböceği olduğunu hayal ediyorum, keyifleniyorum.
Hayatta üzerine konuşmaktan haz aldığım -ki her insanda farklı farklı olan ilgi alanları bunlar- konuları tartışabileceğim, bilgi ve kimi zaman bilgelikleri ile beni büyüleyen, ben bir gülerken onlar beş gülen, ben iki ağlarken onlar sekiz ağlayan, ama en mühimi samimiyetlerini başlarının üzerinde nurdan bir halka gibi kurdukları her ilişkiye taşıyan dostlarım var. Kimi hakikatin peşinde kimi gerçeğin, kimi kendi çemberini tamamlamak uğraşında kimi çemberi kırmak, kimi neden sevildiğini anlamaya çalışıyor kimi sevdiğini arıyor. Hepimiz, her şeyi arıyoruz. Peki her şeyi istiyor muyuz? Yoo; sadece “her şey”in ne mânaya geldiğini anlamaya çalışıyoruz. Kendimizle didişmeyi, sonra kısa süreli bir sulh sağlamayı ve sonra yine didişmeyi yaşamak sayıyoruz. Böyle “Biz tam yedi cüceyiz, on dört kollu bir deviz” edasıyla caka satarken, “önümüze gelene bir tekme” atıyor muyuz peki? Atmıyoruz, atamayız, çünkü atmak istemeyiz. Kendimce, samimiyeti, egonun süslü entarisini kaldırıp atmış olmak ile bir tummamın nedeni de işte budur.
Bu noktada, başka kendime sorduğum soruya geri dönüyorum ve soruyu biraz genişleterek değiştiriyorum: Gerçek samimiyetin anlamını bilen, cisimlenişine aşina birinin sanal dünyada kurulacak ilişkilerden beklentisi ne olabilir, daha doğrusu bir beklentisi olabilir mi? Evet, bir veya birkaç beklenti olabilir. Mesela, herkesin önemsenmeye değer olduğunu kanıtlamak! “Herkes önemsenmeye değerdir” önermesi, böyle tek başına, boşlukta sallandığı zaman ne kadar da gülünç! Buram buram idealizm, ütopya, gerçekdışılık ve mistisizm kokuyor. Ayrıca, herkesi önemsenmeye değer bulan birinin yücügönüllüğüne kibirli bir gönderme yapmakta olduğunun farkında bile olmayan bu cümle, şöyle de okunabilir pekâla: “Herkesi önemsenmeye değer bulan birinin yüce bir ruha sahip olduğunu bilecek, görecek farkındalığa sahibim.” Ya hayat, beyler; ya yaşayarak var ettiğimiz gerçekler, bayanlar! Eğer, herkes önemsenmeye değerse, sanal dünyanın rutini içinden söküp aldığım aşağıdaki cümlelerin ne anlama geldiğini birileri bana açıklayabilir mi lütfen?
“- Niçin benimle konuşmak istedin?
- İTÜ’den, doktorayı bitirmiş, üstelik zeki, üstelik ikizler burcu biriyle sohbet iyi olur diye düşünmüştüm.”
“- Sadece merhaba diyerek seni selamlasaydım, benimle konuşur muydun?
- Pek sanmıyorum.”
“- Hiç makalelerimden birini okudun mu?
Hatta, Ümit Besen'in de aynı isimli bir şarkısı olduğunu hatırlıyorum. Ancak şarkı filmden önce mi sonra mı bestelendi, ilk ne zaman pikaplarda çalınmaya başladı orasını pek kestiremiyorum. Ama insanı hem kışkırtan hem de hafiften melankoliye iten şahane sözleri vardı bu şarkının: "…Ümit verme insanım ben çek bakışlarını benden / Şüphe de etme sevgimden / Kalbim yalnız senin değil arkadaşımın da bunu bil / Tercihle geçerse ömrün yaşayamam ben ölürüm / Dikkat kimse anlamasın arkadaşımın aşkısın"…
Bir baş ile son arasına sıkışıp kalmış kendi ömrünü ne yapıp etse bir türlü uzatamayan insanoğlu, geçmiş zamanlarda tapınmak için yarattığı Tanrılara hep ölümsüzlük bahşetmiş. Ancak ne tuhaftır ki, Tanrılarına sonsuz hayatı bağışlarken, onlara insanoğlunun peşinde olduğu belki de en büyük gizi armağan ederken, küçük bir ayrıntıyı görmezden gelivermiş. Tanrılarını sonsuz hayat, doğaüstü güçler, yapabilir olma yetisi ve sanatlarda üstün yetenek ile donatırken insana has erdemleri her nedense bu listeye eklemeyi unutuvermişler. Ancak, bu durum bende hep, erdemlerin insanoğlunun üzerine bir etiket gibi sonradan yapıştırılmak istendiği hissini uyandırır. Mesela, sadakati ödüllendirmemek, ama ihaneti mutlak cezalandırmaya çalışmak, bana bir tür modern çağ insanı ikiyüzlülüğü gibi geliyor. Belki de diyorum kendime, Antik Çağ'daki atalarımız bu ikiyüzlülüğün farkına varmışlar ve Tanrılarını bu etik açmazın dışında tutmaya çalışmışlar...
1960'larda çevrilen bir filmde arkadaşının aşkına gönlünü kaptırmış bir adamın çaresiz sevdasına ağlamaktan gözleri kızaran biz modern çağ insanının ataları, bir zamanların gözde dizisi Dallas'ı (Cesur ve Güzel'in de hakkını yememeli!) aratmayacak ilişkiler yumağı içinde debelenen Tanrılarının efsanelerini dinlediklerinde ne hissederlerdi acaba? Diyelim ki, Antik Çağ'da ticaret yolları üzerinde bulunan bir kentte, örneğin Miletos'ta iki tüccar karşılaşmış olsun. Biraz yorgunluk atmak biraz da güncel havadisleri dinlemek üzere gittikleri Stoa'da yan yana otursunlar. Biri, Tanrı Hephaistos'un koruyucu ve baş tanrısı olduğu Olympos'tan gelmiş olsun, diğeri de Tanrıça Aphrodite'nin kutsal kenti Aphrodisias'tan... Mesel bu ya; dönemin gezgin ozanlarından biri de, tam o sıra Stoa'da Aphrodite'nin Hephaistos'u Savaş Tanrısı Ares ile nasıl aldattığını anlatan efsaneyi naklediyor olsun. Bizim Olympos'lu tüccar ile Aphrodisiaslı meslektaşı birbirlerine sarılıp bu hüzünlü aşk hikayesinin sonunda ağlaşıyor olurlar mıydı acaba?.. Bir de bu sahneyi, fona Ümit Besen'in malum şarkısını ekleyerek hayal edin!..
İşin biraz mesel biraz masal kısmını bir kenara bırakıp, Antik Çağ'ın en popüler aldatma efsanelerinden birini hatırlayalım hemen. Olympos Tanrıları arasında çirkinliği ile nam salmış demirci Tanrı Hephaistos, tuhaf bir ironi sonucu Tanrıçaların en güzeli Aphrodite ile evlidir. Aphrodite, aşkını sadece Hephaistos'a değil başka Tanrılara da sunmakta pek sakınca görmez. Hatta, bu konuda ihtiyatı da iyice elden bırakmıştır. Bir gün kocası bir iş için Lemnos'a gittiğinde, savaş tanrısı Ares'i evine, yatağına alır. Ancak, Hephaistos karısının sadakatsizliğinden haberdardır ve iki aşık için müthiş bir tuzak hazırlamıştır. Aphrodite ve Ares'in seviştikleri yatak, Hephaistos'un tuzağıdır! Demirci Tanrı, zanaatini ve üstün yeteneğini konuşturmuş, yatağı görünmez zincirlerle sarmalamıştır. Lemnos'a gider gibi yapması da bu tuzağın bir parçasıdır. O gider gitmez, karısının Ares'i eve alacağını bilmekterir. Ve her şey düşündüğü gibi olur. Hephaistos'un gittiğini gören Aphrodite aşığını yatağına alır ve sevişirlerken görünmez zincirler ile kıskıvrak bağlanıverirler. Saklandığı yerden çıkan Hephaistos da karısını ve aşığını yakalar, yakalamakla da kalmaz bağır çağır tüm Tanrıları yatağın çevresine toplar. Homeros'un Odysseia'sında Hephaistos'un şu hüzünlü tiradı aktarılır:
"...Zeus baba ve hep var olan öbür mutlu tanrılar,
Gelin, şu gülünç bayağı işlere bir bazın!
Zeus'un kızı Aphrodite hor gördü beni,
Bizim "hamili kart yakinimdir" kontenjanından üne bulanmış milli şımarığımız ile, yine benzer biçimde sülale kontenjanından gelen soyadının ekmeğini ye ye bitiremeyen Paris Hanım'ın karşılaştırmaları, çapraz eşleştirmeleri, noktalı yer birleştirmeceleri almış başını gitmişken, ben de "sallana sallana" pişen bu yazıların rüzgârından nasipleneyim istedim!
Birkaç yıl öncesine kadar "Paris" denince aklımıza Champs-Elysées, Eiffel Kulesi, Louvre Müzesi, Notre Dame Bazilikası, Arc de Triomphe, Sacré-Coeur Kilisesi, Moulin Rouge, Lido, Lafayette vitrinleri ve bu listeyi ekvator çizgisini iki kez dolaşabilecek denli uzatabilecek isimler, anıtlar, müzeler, anılar gelirdi. Edith Piaf'ın insanın yüreğine cam kırıkları serpen sesinden Sous Le Ciel de Paris'i dinlemek ayrı bir keyifti. Bohem sanatçıların, Balzac'ın, Baudelaire'in Paris'i Jim Morrison'un, Yılmaz Güney'in, Oscar Wilde'ın, ölümsüz aşık-filozof Abelardus'un görkemli kabirlerine de sessiz bir sığınak olmuştu. Yine, Nietzsche, Ecce Homo'sunda (İşte İnsan), "Sanatçı olanın Avrupa'da Paris'ten gayrı yurdu olmaz" diyerek, bu eşsiz kente, belki biraz da kıskanarak, eşsiz bir övgü sunmuştu.
Kent ambleminin altında "Fluctuat Nec Negritur" - "Sallanır, ama batmaz" yazan Paris, ne trajiktir ki, tuhaf bir adaşlık ilişkisi nedeniyle, gazete sütunlarında sallanıp, yuvarlanıyor. O sütunlarda, şımarık bir veledin sonu gelmez kaprislerine her gözüm takıldığında, Parislerin en hası için yas tutasım geliyor. Hatta sadece harita üzerine gece ışıklarını biraz şehvet biraz cüretle yayan o kente değil, bin yıllar öncesinin güzeller güzeli Troyalı delikanlısı "has" Paris'e de bulaşıyor ağıtım...
Yazımızın "has oğlan"ı Paris, yine yazımızın "esas kız"ı Paris ile karşı karşıya gelecek birazdan (Hatta AZZ SOO'NA!). Dileyelim de kaderleri benzemesin!..
Greek mitolojisinde "Paris'in Seçimi" mitosu ve Troya Savaşları'nda önemli bir yeri vardır Paris'in. Büyük Troya Kralı Priamos'un en küçük oğludur. Ancak, daha doğmadan kader onun için ağlarını örmeye başlamıştır. Annesi Kraliçe Hekabe, Paris'in doğumundan birkaç gün önce bir rüya görür. Karnından çıkan bir alev topu, tüm Troya'yı yerle bir etmektedir. Hekabe, rüyasını falcılara anlatır. Falcılar, doğacak çocuğun Troya'ya lanet getireceğini, kenti yıkıma sürükleyeceğini söylerler. Tüm kraliyet ailesi korkuya kapılır ve çocuk doğduğunda O'nu İda dağına bırakırlar vahşi hayvanlar canını alsın diye. Ancak, Paris'i burada dişi bir ayı emzirir, büyütür. Bir süre sonra da, dağlarda gezinen çoban Agelos Paris'i bulur ve evlat edinir. Paris serpildikçe güzelliği iyiden iyiye artar. Ayrıca çobanlık mesleğinde de çok başarılı olur.
Paris Paris'e Karşı'nın ilk "şok" haberini burada patlatalım! 21. yüzyılın magazin şımarığı Paris de ailesi tarafından dışlanmıştır. Nasıl has oğlan Paris çobanlık mesleğini icra etmede çok başarılı ise, bizim Paris de kendini sergileme, teşhir etme işinde rakip tanımaz. Alın size ilk benzerlik!
Has oğlan Paris'in adının geçtiği önemli efsanelerden biri "Üç Güzeller" ya da "Paris'in Seçimi" olarak bilinen mitostur. Tanrıların dağı Olympos'ta bir düğün gerçekleşir. Bu düğüne çağrılmamasına çok bozulan kavga tanrıçası Eris, üzerinde "En Güzeline" yazılı bir altın elmayı düğünün orta yerine fırlatır. Baş Tanrı Zeus, elmayı kime vereceğine karar veremez, daha doğrusu vermek istemez. Elmayı karısı Hera'ya verse, diğer tanrıçalar üstüne çullanacaktır. Yok, Hera'ya vermese, karısının malum kıskançlığı kim bilir başına ne tür belalar açacaktır. Zeus da kurnazca işin içinden sıyrılır ve karar vermesi için Paris'i yargıç olarak tayin eder. Hera, Athena ve Aphrodite bu güzellik yarışmasına katılırlar ve türlü vaadlerle Paris'i kandırmaya çalışırlar. Hera, Paris'e Asya Krallığı'nı, Athena sonsuz akıl ve başarıyı, Aphrodite ise güzelliği dillere destan Spartalı Helena'nın aşkını vaad eder. Paris, altın elmayı Aphrodite'ye verir ve kızılca kıyamet bundan sonra kopar...
Varan 2! Has oğlan Paris ve esas kız Paris arasında bir benzerlik daha! Her iki Paris de ucunda dişe dokunur bir ödül olmadan harekete geçmezler. Mesela, esas kız Paris'i çağırın bakalım bir davete, düğüne... Bol sıfırlı bir çek kesmeden yapabilen varsa bunu, helal olsun; ne denir başka?..
Aşkın vaad edilmiş cennetine ulaşmak için, cehennem alevlerinin üzerine kurulu ipince köprüyü geçmek gereklidir çünkü. Bu öyle bir köprüdür ki, siz üstünde yürüdükçe daralır. Daha da ilerlerseniz bir Japon kılıcının keskin kenarına dönüşür, ayağınızın altında derin çizikler, yaralar açar. Hal böyle iken, Aragon'un o müthiş şiirini anlamak da hazmetmek de bir nebze kolaylaşır: "Mutlu Aşk Yoktur"!
Belki de biz kadınların tüm hayatımız boyunca hesaplaşmaya çalıştığımız, sevimsiz bir gerçek vardır: Erkekler kadınları sever, ama bir erkeğin bir kadını sevmesi çok ama çok güç bir iştir. "Ben sizi seviyorsam bundan size ne?" diyen Goethe'nin alçakgönüllülüğü, "Aşkın, uğruna beni bunca kanattığı kadın, yüreği kolayca coşan öteki kadınlara benzemez", diyen Dante'nin insanın yüreğini titreten bu itirafı biz kadınları daima aldatmış, ayartmıştır. Aşkın, Tanrı'nın bir armağanı olduğunu düşünmekten, dahası buna inanmaktan hoşlanırız. Oysa, aşkı cömertçe biz fanilere dağıttığı sanılan Tanrılar, konu kendi erkeklikleri olduğunda yalan söylemeten çekinmeyen, kılıktan kılığa girmekten gocunmayan birer avcıya dönüşüverirler. Yunan mitolojisinin baş tanrısı Zeus, Latinlerin ona verdikleri isimle Jüpiter, Olympos tanrıları içerisinde en çok magazin malzemesi çıkartmış olanıdır.
Zeus, Homeros destanında "inek gözlü", "ak kollu", "altın tahtlı" olarak sıfatlandırılan Hera ile Kutsal Evlilik Töreni ile evlenmiştir. Tüm Olympos tanrılarının katıldığı bu şatafatlı evlilik, efsanelerde "Hieros Gamos - Kutsal Düğün" olarak adlandırılır.
Ancak baş tanrı Zeus'un, Hera'ya olan aşkını kutsallaştırdığı bu düğün ile verdiği sözlere hiç de sadık kalmaya niyeti olmadığı çok çabuk açığa çıkar. Zeus'un ölümsüz tanrıçalara ve ölümlü güzellere karşı doymak bilmez bir iştahı vardır. Güçlü Tanrıça Hera'nın şiddetli kıskançlığından korkmasına rağmen Metis, Themis, Dione, Eurynome, Mnemosyne, Leto ve Demeter ile işi pişirir. Ancak, Zeus'un türlü kılıklara girerek peşinde koştuğu ve yatağına aldığı ölümlü güzellerin listesi, kollarında aşk aradığı tanrıçaların sayısı kadar mütevazı değildir: Alkmene, Antiope, Kallisto, Danae, Aigina, Elektra, Europa, İo, Laodemenia, Leda, Maia, Niobe, Pluto, Semele, Taygete...
Zeus'un sevişmek istediği kadınlara yanaşma biçimleri de birbirinden ilginçtir. Karısı Hera'nın gözünün her an üstünde olduğunu bilen Zeus, çoğu kez kadınlarla bambaşka kılıklara bürünerek sevişir. Böylelikle karısının gazabından kurtulacağını sanır, ama her seferinde de Hera'ya yakalanır.
Mesela, Leda'ya aşık olan Zeus, bir kuğu biçimine dönüşerek Leda'yı baştan çıkartmış ve onunla birleşmiş. Ancak, karısı gibi aşıklarına da sadık kalamayan Zeus'un bu aşkı da diğerleri gibi pek çabuk küllenmiş. Bu kez de gönlünü Mykene kralı Elektryon'un kızı Alkmene'ye kaptırmış. Alkmene, o sıra amca oğlu Amphitryon ile evlenmek üzereymiş. Amphitryon'un Alkmene'den uzak kaldığı bir anı kollayan Zeus, Amphitryon kılığına girerek Alkmene ile sevişmiş. Aynı gecenin sabahında seferden dönen gerçek Amphitryon, karısından pek ilgi göremeyince kuşkuya kapılmış. Daha sonra aldatıldığını öğrenen Amphitryon, karısını diri diri yakmak istemiş. Ancak Zeus, Alkmene için hazırlanan odun yığını üzerine yağmur yağdırmış ve ateşi söndürmüş.
Zeus'un peşine düştüğü kadınlar, baş tanrının aşkına karşılık vermekte bazen o kadar da istekli olmamıştır. Örneğin güzeller güzeli Elektra, Zeus'un kendisini elde etmek istediğini öğrenince kutsal Palladion heykeline sığınarak tanrıdan korunmaya çalışmış. Ama Zeus buna öyle çok kızmış ki, heykeli gökten aşağı fırlatmış.
Argos kralı İnakhos'un kızı İo ile yaşadığı aşk da, Zeus'un istediğini almak konusundaki kararlılığına güzel bir örnektir. Zeus, Argos şehrindeki Hera tapınağında rahibe olan İo'yu görür ve hemen aşık olur. Zeus'un kıza yanaşmak istediğini öğrenen Hera büyük bir kıskançlığa kapılır. Zeus da kızı karısının öfkesinden korumak için onu beyaz bir ineğe dönüştürür. İnekle hiçbir ilişkisinin bulunmadığına dair karısına yeminler eder. Tanrıça Hera, kocasını bağışlamak için bir şart koşar: Zeus, İo'yu kendisine vermelidir. Ve Hera, İo'yu alarak başına bin gözlü dev Argos'u bekçi diker. Zeus yine boş durmaz ve haberci tanrı Hermes'i Argos'un üzerine salar, onu büyüleyerek öldürtür. Ama Hera bir at sineği musallat eder ineğe, İo deli gibi bir kıtadan diğerine koşar. En sonunda Mısır'a vardığında Zeus İo'yu yeniden insan şekline dönüştürerek onunla sevişir.
Yıllar evvel, pek muhterem Hollywood'un esas oğlanı Bruce Willis, namlı porno yıldızı Alisha Klass ile aşk yaşamaya başladığında, düzeysiz (!) birliktelikleri bizim gazetelerde bile haber olmuştu. Yalan yok, güzel kadındı hani Alisha Klass. Ama esas oğlanla birlikte olabilmek için güzel olmak yetmezdi. Bir de iyi hal kâğıdı getirmeliydi adamla aşk yaşayabilmek için.
Kültür köklerini Grekler'e dayandırmayı pek seven Batı kültürünün ikiyüzlülüğünü gözler önüne seren harika bir örnekti Willis-Klass aşkı. Ne de olsa aralarında klas farkı vardı. İki dünya bir olsa, tufanlar kopsa ikisi birarada olmazdı, olamazdı. Oysa bin yıllar önce anlatılan efsanelerde o tufanlar çoktan kopmuş, esas oğlan ve esas kız, çoktan birer kahraman olarak efsanedeki yerlerini almıştı...
Yunan mythos'unun Tufan Efsanesi, Behçet Necatigil'in "Mitologya"sında şöyle anlatılıyor: "Zeus gün geçtikçe daha günahkâr olan insanları bir tufanla yok etmeye karar vermişti. Bu tufandan sadece Deukalion'la karısı Pyrrha kurtuldular. Çünkü Deukalion'un babası Prometheus, oğluna bir tekne yapmasını öğretmişti. Karı-koca, bindikleri bu teknede dokuzuncu gün Parnassos Dağı'na ayak bastılar. Zeus'tan yeni insanlar yaratmasını dilediler. Zeus onlara 'ananın kemikleri'ni arkalarına atmalarını buyurdu. Prometheus'un açıklaması üzerine Deukalion'la Pyrrha, toprağın taşlarını arkalarına attılar. Böylece Deukalion'un attığı taşlardan erkekler, Pyrrha'nın attıklarından da kadınlar olmak üzere yeni bir insan soyu türedi."
Bu efsanenin belki de en ilgi çekici yanı, Deukalion'un Prometheus'un oğlu, Pyrrha'nın ise, mitolojide yeryüzünün ilk kadını olarak geçen Pandora'nın kızı olmasıdır. Burada, çok ilgi çekici bir tezatlık vardır. Prometheus, mitolojide, sadece tanrıların kullanımında olan ateşi çalarak insanlara veren bir kahramandır. Prometheus karakteri, yüzyıllar boyu pek çok sanatçıya esin vermiş, bir anlamda despot güce karşı verilen mücadelenin simgesi haline getirilmiştir.
Oysa Pandora için durum tamamen farklıdır. Pandora, tanrılardan ateşi çalan Prometheus'u ve tüm insanlığı cezalandırmak isteyen Zeus tarafından yaratılmış kötücül bir kahramandır. "Cenneten Kovulma" alegorisi içerisinde, kılık değiştirmiş şeytanın ayartmasıyla yasak elmayı yiyen ve yemekle de kalmayıp bunu Adem'e sunan Havva'ya yüklenen kösnül rol, Yunan mythos'unda Pandora'ya yüklenmiş gibidir.
Yunan mythos'unda bahsi geçen Tufan Efsanesi'nde, yeni insan neslinin soyağacının Prometheus ve Pandora'nın çocukları olan Deukalion ve Pyrrha ile başlatılmış olması bu anlamda çok ironiktir.
Sözün özü, Tufan Efsanesi'nde, yaratılan yeni erkek neslinin atababası bir erdem ve akıl timsali olan Prometheus iken, dişi neslin soykütüğü adı hile, şehvet ve düzenbazlıkla anılan Pandora'ya dayandırılmıştır.
Günümüz modern toplumlarında, kadınlara dair negatif önyargılara hâlâ rastlıyor olmak şaşırtıcı değil aslında. Bu tür yargıların kökeni o kadar eskiye uzanıyor ki, nedenlerini sorgulamak ya da karşısında durmak adına sergilenen çabaların pek çoğu sonuçsuz kalıyor. Çoğu önyargımızın, geçmişin söylence ve mitlerinin masallar, hikâyeler yoluyla günümüze kadar taşınmış olmasından kaynaklandığına dair güçlü bir inancım var.
"Dünyamız telafisi olmayacak büyük bir felakete mi sürükleniyor?" Küresel ısınma kavramının gündelik konuşma terminolojisine katıldığı son birkaç yıldır, herkesin merak ve çokça endişeyle yanıt aradığı bir soru bu. Hatta birbiri ardına yaşanan çevre felaketleri, kitlesel ölümlere neden olan yer kabuğu hareketleri ve hızla değişen iklim faktörleri konusunda dayanaklı, dayanaksız görüş belirtmek çok moda. Küresel ısınmanın nedenleri konusunda hemen herkesin bir görüşü var gibi.
Küresel ısınmanın nedenleri konusunda yakın zamanda yapılmış ve belki de son yıllarda duyduklarımız içerisinde en zihni sinir açıklama, Amerika'daki Hollywood Meteorolojik Araştırmalar Merkezi'nden geldi. Merkezden Dr. Kelvin Arcbur, kadınların daha seksi hale gelmesinin erkeklerin vücut ısısını yükselttiğini ve bunun küresel ısınmaya yol açtığını öne sürdü. Hatta, bu iddiaya dayanak olarak da, 1960'lara kadar sıcakların normal seyrinde giderken, bu tarihten sonra yükselmeye başladığına vurgu yaparak, "1960'lar kadınların özgürleşmesinin başladığı tarihtir. Onların daha seksi görünmesiyle sıcaklık artmaya başladı." dedi.
Dr. Arcbur'un akıllara ziyan açıklaması, aslında hiç de şaşırtıcı değil. Kadınlar, binlerce yıldır bu tür kışkırtmaların hedefinde. Kadını her kötülüğün, her dert ve belanın başlangıcı olarak görmek, özellikle eski Ortadoğu ve Sami kaynaklı efsanelerde, günümüzün deyimiyle çok "moda"dır. Hatta, anaerkil bir toplum olan, toprak ana Gaia'yı mythos'unda ana eksene oturkan Antik Yunanlılar bile bu "moda"dan etkilenmiş ve ortaya "Pandora Efsanesi" çıkmıştır.
Antik Yunan mitolojisinin bildiğimiz en eski iki kaynağından biri olan Hesiodos'un "İşler ve Günler" adlı yapıtında Pandora efsanesine ilişkin uzunca bir açıklama vardır. Bu efsane, günümüzde çok popüler olan Hollywood sinemasının bildik şablonlarıyla doludur: Aldatılma, öfke, nefret, tutku ve intikam!
Antik Yunan mitolojisinde tanrıların tanrısı, tanrıların babası olarak bilinen Zeus, doğayı insan düzenine benzer bir düzene sokup, yönetimi ele alan bir insan tanrıdır. Dolayısıyla, insana özgü tüm erdemleri olduğu kadar kötü huyları ve zaafları da üzerinde barındırır. Adının geçtiği efsanelerde, Zeus'u kimi zaman şehvetinin kurbanı olarak karısını aldatırken, diğer tanrıların oyunlarına kanıp insanların üzerine şimşek demetleri yağdırırken görebilirsiniz.
İster antik ister modern zamanlara ait olsun, her efsanede mutlak iyiler ve kötüler hep olmuştur. Elbet bir de kahramanlar vardır. Onlar haksızlığa, kötülüğe karşı savaşır, gerekli durumlarda insanları tanrılara karşı korur, kollar. İşte bu efsanevi kahramanlar arasında, günümüz sanatına da hâlâ esin vermekte olan Prometheus'un özel bir yeri vardır. Zeus ve Prometheus arasındaki husumet ise, Antik Yunan mitolojisinin belki de en keskin akıl oyunlarına sahne olur. Prometheus sürekli Zeus'u kışkırtır, onu küçük düşürmekten büyük keyif alır. Ama, Zeus için bardağı taşıran son damla, Prometheus'un sadece tanrıların kullanımında olan ateşi çalarak bunu insanlara vermiş olmasıdır. Zeus, onu insanlara yardım ettiği için korkunç biçimde cezalandırır. Hatta, öfkesi o denli korkunçtur ki, sadece Prometheus'u değil tüm insan soyunu cezalandırmak için Pandora'yı yaratır. İşte bizim güzeller güzeli Pandora'nın neden tüm kötülüklerin anası olarak anıldığını şimdi açıklayabiliriz.
Zeus, tanrıların ateşini çalarak insanlara veren Prometheus'a o denli öfke doludur ki, ondan çalınan ateşe karşılık insanların başına büyük bir bela saracağına yemin eder. Bu bela, Zeus'un deyimiyle, "Sevmeye, okşamaya doyulmayacak bir bela"dır.
Zeus, demirci tanrı Hephaistos'tan bir parça toprak alarak suyla karıştırmasını, içine insan sesi ve gücü koymasını ister. Yüzünün ölümsüz tanrıçalara, bedeninin güzelim genç kızlara benzemesini buyurur. Yaratılan kadın sonra Athena'ya gönderilir. Savaş tanrıçası, ona el işlerini ve kumaş dokumayı öğretir. Aphrodite, her görenin istek ve arzularla tutuşması için kadını büyülerle donatır. Ve en son klavuz tanrı Hermes, kadının içerisine bir köpek yüreği ile tilki ruhu koyar. Efsanevi Pandora işte böyle yaratılır.