BUGÜN iki okur mektubundan söz edeceğim. Hüseyin Akkaya (hakkaya@e-kolay.net) anlatıyor:
"Bu sabah simit almaya gittim. Simitçi yaşlı bir amca. Onun seçimde AKP’ye oy verdiğini biliyorum. Elindeki gerici gazeteyi ’Bak evladım’ diye bana gösterdi. Gazetede, YTL’nin kaldırılıp TL’ye geçilmesine ilişkin bir haber vardı. İkinci başlıkta, ’Yeni basılacak paralarda gül, mürekkep hokkası gibi figürler olacak’ diye yazılıydı.
Yaşlı simitçi bunu, paralardan Atatürk resimlerinin kaldırılıp Abdullah Gül’ün resmi konulacak diye anlamış. İsyan halinde ’Böyle şey olur mu?’ diye sordu. Ona, ’Haberde sözü edilen gül, Abdullah Gül değil, çiçek olan gül’ dedim de yatıştı.
Şimdi bundan benim bir vatandaş olarak anladığım şudur:
’Yaşlı adam çalışıp simit satmak zorunda. Evine ekmek götürmek için başka çaresi yok. Hem, bedava dağıtılan gerici gazeteyi okuyor, hem de Atatürk’e sahip çıkıyor.
Bu ihtiyar adamın derdi, ’Neden ben bu yaşta çalışmak zorundayım? Neden sabahın köründe simit satmak için sokaklarda sürünüyorum?’ değil, paranın üzerindeki resimler!
Atatürk’ü seven yaşlı adam buna rağmen, bir şekilde ikna olup, muhalefetin ’Laiklik ve Atatürk karşıtı’ ilan ettiği AKP’ye oy verecek. Bundan hiç kuşkum yok!
Ülkede yolsuzluk varmış, her şey satılıyormuş, AKP Genel Başkan Yardımcısı Şaban Dişli bir milyon doları söğüşlemiş, Deniz Feneri Derneği dini duyguları sömürerek topladığı milyonlarca ’Euro’luk yardım parasını hortumlamış...
Bunlara o ihtiyar simitçi ve onun gibi milyonlarca kişi, aldırış bile etmiyor! Millet, bu paraların gerçekte kendi cebinden çıktığının bilincinde olsaydı ortada AKP filan kalır mıydı?
Bu dünyada çok güvenip de aldatılmayan kim var? İktidara güvenip oy veren de, vermeyen de kazıklanıyor. Milletçe kandırılıyoruz! Boy boy kazık, bazen yavaş yavaş, bazen acıtarak giriyor!
Vatandaş, iktidara sadece tasada ve cefada ortak, sefada değil...
Okurum M. Adil Orguner (aorguner@gmail.com) on yıl önce "Baba’dan Fıkralar" adlı kitabımda yayınladığım bir hikáyeyi bugünkü durumumuza benzeterek hatırlatıyor. Hikáye şöyle:
Mişon ile Salomon çocuk yaşta işportacılığa başlayıp, ticareti yürütmüşler. Kırk yaşına geldikleri zaman ikisi de milyoner olmuş. Mişon cin gibi. Salomon ise biraz hımbıl ve aptal görünümlü. Mişon, 30 yıl ortaklığın sonunda Salomon’a bir teklif yapmış:
"Bak Salomon, 10 yaşında ticarete başladık, 40 yaşına geldik, Allah’a şükür zengin olduk. Evlerimiz, apartmanlarımız, arabalarımız, teknelerimiz var. Bunların hepsine ortağız. Ama istersen, bundan böyle mallarımızı ayıralım."
Salomon bön bön Mişon’un yüzüne bakmış: "Madem öyle istiyorsun, öyle olsun."
Mişon başlamış mal taksimine: "Büyükada’da bir köşkümüz var ya, o köşk benim, Taşlıtarla’daki ahşap ev senin."
Salomon yanağını uzatmış: "Oldu kuzum, öp beni!"
Mişon öpmüş: "Şişli’deki büyük mağaza benim, Kuledibi’ndeki dükkán senin!"
Salomon yanağını uzatmış: "Oldu kuzum, öp beni!"
Mişon öpmüş ama birden uyanmış: "Bana bak, ne diye her seferinde kendini bana öptürüyorsun?"
Salomon "Hiiiç" diye başını sallamış: "Ben şey edilirken öpülmeyi severim de."
* * *
Şimdi, Şaban Dişli’ler gibi malı götüren, gemicikler-memicikler alan, sonra da "Size şunu şunu verdik, bunu bunu verdik" diye göz boyayanları gördükçe bu hikáyeyi hatırlamamak mümkün mü?