BİR ulusun ya da bir insanın akıllanma yeteneği varsa hem hayattan hem tarihten ders almalıdır.
Peki, biz ders alıyor muyuz?
"Borçlu ölmez benzi sararır" derler. Bu atasözü doğru olabilir ama bazen de borçlu olanların sonu rahmetli Banker Kastelli’ye benziyor!
Dış borç kamburumuzun her geçen gün büyüdüğünü gördükçe ders almadığımız, aynı tuzağa düşmekte olduğumuz görülüyor. "Kör bile aynı çukura iki defa düşmez" diyenler herhalde bizleri tanımadıkları için böyle konuşmuş olmalılar...
Geçmişte birçok mali kriz, Türkiye’nin aşırı borçlanması nedeniyle patlak verdi ama ülkemizde hálá "Borç yiğidin kamçısıdır" diye düşünen avanakların sayısı az değil...
2001 krizinden sonraki günlerde dış borçlarımız 77 milyar dolar kadardı. Bu yılın ilk üç ayında toplam dış borcumuz 200 milyar dolara yaklaştı.
İç ve dış borçların tümü ise AKP göreve başladığında 221 milyar dolardı, şimdi 483 milyar dolar!
Şu anda dünyanın en yüksek faizini ödüyor, yabancıların kárlarına kár katıyoruz. Bu borçlanma aynı hızla devam ederse, birkaç yıl sonra borçlarımız yaklaşık ikiye katlanacak ve ödenmesi mümkün olmayan boyutlara yükselecek.
* * *
Bu aşırı borçlanmanın sonu "toprak tavizine" gider diye korkuyorum!
Dedik ya, akıllanma yeteneğimiz sınırlı olduğu için tarihten ders almıyoruz.
Osmanlı İmparatorluğu da böyle borçlanmış ve batmıştı.
Osmanlı’nın 1850’li yıllarda hazine açığı iyice büyümüştü. Devlet, memur ve askerlerin maaşlarını ödeyebilmek için, dışarıda İngiltere ve Fransa’dan, içeride Yahudi sarraflardan yüksek faizle borç almaya başladı.
Osmanlı’nın ilk aldığı borç, Padişah Abdülmecit zamanında, 1854 yılında İngiltere’den aldığı borçtur. Bundan sonra borçlanma her yıl devam etti. Fransa’dan alınan ilk borcun tarihi ise 1860’tır.
7 yıl içinde devletin yabancılara borçlanması 16 milyon altına ulaştı.
Dış ve iç borçların kabarması, ekonomik dengelerin sarsılması, maaşların gecikmeli ödenmesi, huzursuzlukları büyütüyor ve devlet otoritesi zayıflıyordu.
Duruma çareler arayan devlet ise bir sürü yasaklar getirerek ve bugünkü gibi ağır zamlar yaparak sorunu çözeceğini sanıyordu. Bu arada rüşvet denilen pislik, devletin en üst kademelerine kadar çıkmıştı. Devlet memurları rüşvetsiz iş yapmıyordu. Çöküş kaçınılmazdı.
Yoksullaşan insanlar geçimlerini sağlamak için tefecilerin eline düştüler (bugünkü kredi kartı felaketzedeleri gibi).
Sonunda Osmanlı’nın düzeni iyice bozuldu. Devlet yönetimine rüşvet yerleşip kök saldı, adam kayırma da aldı yürüdü. (Size bugünleri hatırlatmıyor mu?)
* * *
Duraklama Devri’nin başladığı 1593’te Osmanlı İmparatorluğu’nun toprakları 19 milyon 902 bin 191 kilometrekare idi (bugünkü Türkiye’nin yaklaşık 25 katı).
1876’da 13 milyon kilometrekareye indi (bugünkü Türkiye’nin yaklaşık 16 misli).
1908’de 9 milyon kilometrekareye geriledi (bugünkü Türkiye’nin yaklaşık 12 katı).
1918’de, İmparatorluk tamamen dağıldı. (Yurdun her yanı işgal edildi.)
Eğer Mustafa Kemal gibi muhteşem bir komutan çıkıp yedi düvele savaş açmasaydı, elimizde bugünkü Türkiye de kalmayacaktı.
Şimdi dış güçler aynı taktikle, ata yadigárı son toprakları da elimizden almak istiyorlar.
"Gaflet ve dalalet" içinde bulunanlar, devamlı borçlanıp hain planı, bilerek ya da bilmeyerek, kolaylaştırıyor. Bu gidişle bize yeni bir Atatürk, yeni bir Kurtuluş Savaşı gerekecek!