YOGA
Gevşeyeceğime panik oluyorum
Yoga bir kere dünyanın en güzel şeyi, onda hemfikir olalım. Sonrasında bütün kemiklerimin açılması, sırtımın dikleşmesi, bel ağrımın geçmesi ve daha bir ton şey için ona ne kadar teşekkür etsem az. Ama şöyle bir sorun var, ben daha işin özüne inemedim. Merkezde kalabalık içinde yaptığım zaman kendimi başkalarıyla yarıştırmaktan içsel huzuru bulamıyorum. Bir de son gevşeme esnasında, “Ya uyuyakalırsam, ya horlarsam, ay yere de böyle yattım ama ya soğuk çekersem, ayy herkes gider beni burada unuturlarsa” diye panik oluyorum. O yüzden evde her sabah YouTube kanallarından bakarak yoga yapmaya başladım. Bu sefer de evde duyduğum en ufak çıtırtı beni deli ediyor. Sakinleşmem gereken yerde, “Şu lanet olası evde bana bir gram huzur yok mu!” diye saçımı başımı yoluyorum.
SEBZE AĞIRLIKLI BESLENME
Yüzleşmeye hazır değilim
Bu aralar etrafımda eti hayatından çıkaran insan sayısı fazlalaştı. Kime sorsam, “Şekerim iki aydır et yemiyorum, gözlerimin ışığı yerine geldi” diyor. Bir süre denedim ama başaramadım. Daha doğrusu dışarıda yiyecek bir şey bulamadım. Üstüne üretim çiftlikleri ile ilgili belgeselleri izleyeyim dedim. Onu hiç yapamadım, ağlamaktan canım çıktı. Mutlu ineklerin, gezen tavukların olduğu yerlerden alayım, dedim. O daha kötü oldu; üç gün önce bu inek, dağlarda bayırlarda geziyordu, şimdi tabağımda diye üzülmeye başladım. Pozitif olmam gerekirken, dünya ile yüzleşmeye hiç hazır olmadığımı fark ettim.
İNSANLARA GÜZEL ENERJİ DAĞITMA
BBC röportajının Ağaoğlu kısmını izlemeyenler için özet geçiyorum: Ağaoğlu ve önce kızı zannettiğimiz ama ardından sevgilisi olduğunu söylediği biri, Boğaz manzarasına karşı havuz keyfi yapıyorlar. Ardından ekrana başka esmer bir kız daha giriyor. Ali Ağaoğlu, Kuveyt Prensesi’ne “S...ir git” demiş, ballandırarak anlatıyor. Ardından komşunun evini gösteriyor, ”3 milyon doları verdim, gönderdim onları”. Boğaz’da 13-14 tane daha yalısının olduğunu anlatıyor. Buraya kadar olan kısımda açıkçası çok şaşırmadım. Utandım mı, her zerremle, orası ayrı. Oturup görgüsüzlüğünden dem vuracak değilim. O kadar parası olan bir insan ne yapar, ne hisseder, ne konuşur bilmiyorum. Demek ki bu da böyle deyip geçiştiriyorsun. Nüfusun yüzde 13’ü işsizken, asgari ücretle dört kişilik ailesine bakmaya çalışan adamlar varken... İki üniversite bitirmesine rağmen hâlâ CV yollamaktan eli aşınmış nice mezunlara rağmen, Allah, Ali Ağaoğlu’nun yüzüne bakmış demek ki. O da bu şansını körü körüne görgüsüzlük yaparak, vizyonsuzluğunu öne sererek göstermiş. Kendi tercihi tabii. Asıl sorun bundan sonrası.
O İKİ KIZ NE DÜŞÜNÜYOR?
Muhabir, Ali Ağaoğlu’nun yatak odasında, koltuğun üzerinde iki tane kadın çantası görünce, içeri girmek istemiyor. Çantaları göstererek, şakasına “Bunlar da sizin mi” diyor. Ağaoğlu ise, gayet pişkin bir şekilde gevrek gevrek gülüyor ve konuşuyor: “Hayır, onları kullananlar benim malım!”
Ağaoğlu’nun bundan önce yaptığı, ‘ortanca hanım’ muhabbetleri de çok konuşulmuştu. Ama işte, üniversitede gençlerin yan yana gezmesine izin vermeyen, sevgililik denilen şeyi ahlaksızlık olarak gören toplumumuz, Ağaoğlu ve onlar gibi birkaç kaymak tabakaya nedense büyük kıyak çekti.
Onlar nikâhsız yaşayabilir. Sevgililerinin tangalı fotoğraflarını her tarafta sergileyebilir, istediğinden çocuk yapabilir. Özel hayatı onu ilgilendirir. Allah insanı ballı yaratmasın, işte her taraftan pohpohlanıyorsun, ne yapacaksın?
Ama burada “Onları kullananlar benim malım” dediği o iki kızın ne düşündüğünü merak ediyorum. Ağaoğlu umurumda bile değil. Bu kızları zorla evinde tutmuyor, bu kızların anasını babasını kaçırıp, tehdit etmiyor. O muhteşem evinde havuzda iki cıp cıp yaparak eğlendiriyor.
O pahalı çantaları onlara veriyor. Büyük ihtimal güldürüyor, yediriyor, içiriyor, güzel bir hayat sunuyor. Karşılığındaysa dünyaya, “Benim mallarım” diye yayın yapıyor. Bilmiyorum, değer mi bunun için? Acaba o sözü duyunca ne hissettiler? Benim kadar utandılar mı? Kızdılar mı?
Bir kere sadece zenginlerin hayatlarının içinde değilsin. Hikâyeye evin çalışanları da eşlik ediyor. Diğer zengin dizileri gibi, çalışanlar sadece yemek yaparken dedikodu yapmıyor. Bir nevi ‘Asmalı Konak’ta olan kurulum aslında.
Kıyafetler! Evin içinde abiyeyle gezen kadınlara nasıl hayran olabilirsin ama oluyorsun işte. Çünkü giydikleri o kına gecesi kıyafetleri değil. Ağzının suyu aka aka izliyorsun. Bihter çizmesi için az dolaşmadık mağazalarda.
Karakterler, iyi-kötü diye ayrılmıyor. “Hımm madem kötüyüm, o zaman dur şu umreden dönen babaanneme tekme atayım” diyen o karikatür karakterler yok. Kocasının yeğeniyle fingirdeşen Bihter’e sempati duyuyorsun. Onun aşkını anlıyorsun. Hatta onun için üzülüyorsun. Behlül’ün o gelgitlerini bile yaşıyorsun. Ayyy o Nihal uyuzunu ‘iyi’ olduğu için bağrına basman gerekirken, karakterin o iticiliği yüzünden kızcağızdan tiksiniyorsun hatta.
Anne-kız ilişkisini farklı bir konuda ele alıyor. Türk dizilerinde ‘ana’ olayı inanılmaz ulvi ve dokunulmazlık hakkı olan bir konu. Ana dediğin fedakâr, cefakâr, yemez yedirir, içmez içirir! Ama Firdevs Hanım öyle mi! Heyy gidi heyyy, göz koyduğu adamla kızı evlendi diye çıldırdı kadın. Ama yine de asil, yine de gözbebeğimiz, yine de vardır bir bildiği!
Histerik Bihter’le; saf mı, kadın delisi mi, çocuk beyinli mi anlamadığımız yakışıklı Behlül’ün o imkânsız aşkı. Her bölümün sonunda, “Kesin bu kez öpüşecekler, aha vallahi işte bu bölümde kesin” diye sündüre sündüre uzatmaları.
Paran var, 34 bedensin, yalılarda yaşıyorsun diye mutlusun sanıyorlar ama işte kocanın yeğenine âşıksın diye bütün hayatını karartıyorsun. Biz fakirlere daha güzel bi umut var mı?
Ve unutulmaz replikleri! Her repliğini ezbere biliyorum, o ayrı mevzu. Ama atasözü gibi kafamıza işleyen sözleri de unutmamalı! “Behlül Kaçar”, “Sen Bihter Ziyagil’sin aptallık etme!” ve en sevdiğim, “Ölüyorum anlasana! Gözlerimin önünde birbirlerini seviyorlar. Ben işkenceler içinde kıvranırken onların mutluluğundan ölüyorum. Anne ben ölüyorum yardım et!”
Herkesin aklındaki soru: Neden hep ilişkilerini yazıyorsun? Ve yazarken ne kadar samimisin?
-Valla yeterince samimiyim ama anlatmadığım şeyler de vardır elbet. Onlar da bana özel kalsın istedim. Durup dururken reklamını yapmanın gereği yok diye düşünüyorum.
Bu kitap yazma olayına ilk nasıl başladın?
-Zaten çocukluğumdan beri günlük tutuyordum. 2007’de bu günlükleri artık internette ‘Pucca’ mahlasıyla, blog’da yazmaya başladım. 2010 yılında bir yayınevinden teklif geldi, ‘Küçük Aptalın Büyük Dünyası’ çıktı bu sayede. Sonrası da çorap söküğü gibi işte. Hepsi çok satanlar listesine girdi ama hepsi çıkmadan önce ‘bu kez kesinlikle kimse beğenmeyecek, artık kimse beni sevmeyecek!’ diye gecelerce uykusuz kalıyorum korkudan.
Eski kitaplarını okumamı yasaklamıştın-O yüzden bilmiyorum ama...
-Başta zaten anlaşmamızı yapmıştık, sen benim eski kitaplarımı okumayacaktın; ben senin eski ilişkilerini kurcalamayacaktım. O yüzden bu konuyu açmayalım bence.
Son kitabında bizim nasıl evlilik sürecine girdiğimizi yazdın. Anlatmadığın hikâyeler oldu mu hiç?
Hamileliğimin ilk günlerinde, “Beni bayıltsınlar; hiçbir şey hissetmeyeyim; uyandığımda bebeği elime versinler” diyordum. Zaman geçtikçe, normal doğuma karar verdim. Aslında bu işlerin karar vermekle de alakası olmadığını anladım.
Sezaryeni istememin en büyük nedeni, acı çekmekten korkmamın dışında; etrafta dolanan “Normal doğum yapmayan kadın; kadın değildir!” diyenlerdi. Ayyy beni çıldırtıyorlardı resmen. O bilmiş bilmiş tipleriyle: “Çocuğunla aranda bağ olmaz, amannn diyeyim”...
Valla doğum esnasında azıcık uyudum diye oğlum benle bağ kuramayacaksa, keserim valla okul harçlığını görür gününü.
Bu kadınlar üstelik doğumdan sonra da sizi rahat bırakmıyor. Bu kez, “Emzir o çocuğu emzir, aranda bağ olmaz yoksa, çocuk hasta olur bak” diye seni darlıyorlar. Sütün var mı yok mu umurlarında değil. Kadınsan sütün olmalı, aksi mümkün mü? Zaten sudan çıkmış balığa dönen anneye bir de bu işkence neden yani?
KISKANÇLIKTAN KUSASIM GELİYOR
Ardından doğum hikâyelerini okumaya başladım. “Ben ettim; siz etmeyin” diyorum. Kötü doğum hikâyesi okumak ya da dinlemek, evde yapayalnız korku filmi izlemek gibi. Beni oradan kestiler, doktor geldi üstüme oturdu, karnımdan sırtıma dikişlerim var, öfff!
Okudukça, “Bebek sonsuza kadar içimde kalsa ne zararı var yani” diye düşünüyorsun. İyi doğum hikâyeleri de beni geriyor açıkçası. Ayy kadının biri var, hamileliğin birinci ayından sonuna kadar ülke ülke dolaşmış.
- Üniversite sınavlarına hazırlanırken, dershanede ışık hızında soruları çözüp, dersten koşarak kaçan benken... Sınav zamanı matematik sorularını yetiştiremem.
- Bir ödül gecesinde Sıla Gençoğlu’na ödülü sen vereceksin dedikleri için kadının yanında pire gibi kalmayayım diye 2 metre topuklularla oraya gidip. Gecelerce ödülü verirken yapacağım konuşmayı hazırlamama rağmen; ‘nasılsa geç kalır Pucca’ diyerek, ödülü başkasına verdirmeleri.
- Kesin hamileyim diye test yaptığım günün ertesi günü regl olmam...
- Ne zaman romantik akşam yemeği türünde evde bir şey hazırlasam, o gece Beşiktaş’ın maçının olması.
- Kesin kilo verdim diye kendi kendime sevinirken tartıda 3 kilo aldığımı gördüğüm an...
Ryan ve Emma, ne hissettiğinizi biliyorum. Ben de geçtim o yollardan...
- Bir tomar para verip aldığım kıyafetin, ertesi gün indirimli haline rastlamak.
- ‘Şehirlerarası ilişki olmuyor’ diyen sevgilimin ayrılık sinyalini yanlış anlayıp, çocuğun olduğu şehire taşınmam.
Nakliye: Gerçekten doğru dürüst ve uygun fiyatlı bir nakliye firması bulmak, koca bulmaktan daha zor. Telefonda konuşuyorsun, adam gelip eşyalara tek tek bakıyor. “Şu kadar fiyat olur” diye sana hesap çıkartıyor. Sonra, “İki merdiven fazla çıktı bizim elemanlar, bunu o gün görmemişiz, 400 TL daha fazla vereceksiniz!” Eşyaları kırıp dökmeleri cabası. “Halat lazım abla, çöp poşeti gerekli, gelirken dört koli bandı al” diyen de var.
Yerleşme: Keşke elimizde sihirli bir değnek olsa, eve girer girmez hooop pırıl pırıl. Dolaplar yerleşmiş, lambalar takılmış, mutfak rafları özenle düzenlenmiş. Abartmıyorum, bir ay sürüyor adam gibi yerleşmesi. Sürekli evde aradığını bulamıyorsun.
Faturaları üstüne geçirme: Yaşarken cehennemi görmenin sözlük anlamı. Oradan oraya git, onu orada yaparken, bunu bu tarafta yap. Onun bilmem nesi, eskisinin borcu... Offff lanet gibi bir şey!
İnternet, TV bağlatma: Reklamlarında sanki saatte hallediyorlarmış gibi gösterdikleri ama sürekli çağrı merkezi çalışanıyla kavga ettiğiniz hadise. Yok, bağlamıyorlar. “Yarın geliyoruz” diyorlar, sonra alt yapı için şu lazım, bu lazım. Onları da hallettiriyorsun, sonunda o teknik servisi zorla eve sokmayı başarıyorsun. Bu sefer de gelip size ne işe yaradığını anlamadığınız abidik gubidik kabloları, olduğundan 80 kat fazla fiyata satma olayıyla karşılaşıyorsun.
Köpeklerin eve alışması: Özellikle erkek köpeğiniz varsa yandınız ki ne yandınız. Her köşeyi işaretliyor. Arkasından viledayla dolaşmak zorundasınız.
Burada eskiden neler yaşandı: Eski evin enerjisini emmek diye bir şey var mı bilmiyorum ama bizden önce oturanların hikâyelerini hep merak etmişimdir. Daha doğrusu, intihar var mı, cinayet var mı, evin sapığı var mı?
Yeni komşular: Her ne kadar “Eskisi gibi komşuluk yok” dense de, yeni taşındığımız yerde anladığımız kadarıyla bayağı bir komşuluk ilişkisi var. Hayatımızda ilk defa sanırım komşularımız oldu, nasıl bir his ileri zamanlarda göreceğiz artık.
Yani demem o ki, inşallah bu son olur. Yenide hayır vardır. Bebek inşallah burada çok mutlu olur da bir daha taşınmak aklımıza bile gelmez.
Bu hayatta en korktuğum şeyler, kapı deliğinden bakarken birinin beni tüfekle taraması ya da gözüme şiş batırması. Kaşlarım iple alınırken, huuurrpp diye kirpiklerimin de yanında gitmesi. İskenderin tereyağını cos diye üstüme dökmeleri. Denizde yüzmek ve en önemlisi unutmak. Unutmaktan, yaşadıklarımın bir zaman sonra hiç olmasından çok korkuyorum. O yüzden okuma yazmayı öğrendim öğreneli günlük tutuyorum. Son on senedir ise bu günlükleri basılı hale getirdim.
Kendi kendime verdiğim bir sözüm var benim. Çocuklarım çok konuşuyorum diye beni huzurevine kapattığı zaman, günlüklerimi okuyup “Vay be ne günler yaşamışım!” demek istiyorum. Çocukluğum, ergenliğim, aşklarım, acı çekişlerim; yavaş yavaş olgunlaşmam, bazen olduğum yerde saymam, bir türlü beladan çıkmayan burnum. Hatalarım, yanlışlarım; bunların farkına varıp yine tekrar edişlerim... Kendi hayatımın, nasıl bir eğriyle gittiğini izliyorum anlayacağınız.
Her şey bundan 10 sene önce, ‘Küçük Aptalın Büyük Dünyası’ adıyla bir blog açmamla başladı. Sonra buradaki yazılar kitap haline getirildi. Ardından, ‘Ve Geri Kalan Her Şey’ geldi. Sonrasında, ‘Allah Beni Böyle Yaratmış’ ile üniversite anılarımı yazdım. ‘Ay Hadi İnşallah’ ile devam ettim, ‘O Adam Buraya Gelecek’ beşinci kitap oldu. Hatta ‘Küçük Aptalın Büyük Dünyası’ film oldu. Murat Boz ile Büşra Pekin oynamıştı. Kitapla da alakası yoktu, hâlâ neden yaptılar anlamam valla.
Araya evlilik, hamilelik girince son kitap biraz gecikti doğal olarak. Tam çıkartacaktım, hooop iç kanama geçirdim. Tam çıkartacaktım, hoop hamile kaldım. “Acaba bu bir mesaj mı?” diye korktum ama baktım bir şey olmuyor, “Haydi” dedim, “Ver gazı”. ‘Şimdi Biz Neyiz?’ 14 Şubat’ta raflara çıktı.
Bütün günlüklerde ‘mutlu son’ olsun diye var gücümle uğraştım. Ve artık tam umudumu kestiğim sırada biri çıktı karşıma. “Bundan bir cacık olmaz, biz birbirimize uygun değiliz, kimse evlenmemizi istemiyor, bu çocuğun aklı beş karış havada” derken, üç ay içinde kendimi nikâh masasında buldum. Bu kez evet mutlu sondu ama gerçekten öyle miydi, artık okuduğunuz zaman göreceksiniz.
Senelerdir benimle gülen, ağlayan, küfreden, bana kızan, ara ara benden sıkılan, önce benden tiksinip sonra seven herkese teşekkürler. Sizinle büyüdüm, sizin gözünüzün önünde ne olduysa onu yaşadım. Bana hiçbir zaman sırt çevirmediniz. Bana hep kol kanat gerdiniz, sırtladınız. Hakkınızı asla ödeyemem. Umarım, ‘Şimdi Biz Neyiz?’i de seversiniz. Bir gün beni sevmekten vazgeçeceksiniz diye açıkçası ödüm patlıyor.