Geçen hafta bizim gazetedeki ‘beden olumlama’ röportajını okuduktan sonra büyük aydınlanma yaşadım. Doğumdan sonra artık nasıl korkmuşsam, altıncı gün (doktorun izniyle) boksa başladım. Ardından yoga, pilates, sürekli yürüyüş... Emziriyorum diye de litre litre su içtim. Yok ama, bir gram veremiyorum! Sütümde sorun da yok ama olmuyor! Millet anlatıyor; “Doğumdan bir kalktım, hooop 12 kilo gitmiş, ay yatağa gidene kadar da tak gitti 5 kilo ödem, aa tuvalete gittim falan derken hastaneden bikiniyle çıktım şekerim!” Benimkinin plasenta 2 gramdı herhalde, geldiğim gibi çıktım hastaneden!
Bu arada sinirleniyorum da; “Yeni çocuğun olmuş senin, salak mısın kızım, kafayı yiyeceksin artık” diyorum. Sonra birileri bana pat! “Ayı gibi olmuşsun, az ye az! Hâlâ kilo veremedin mi!” türü şeyler yazıyor. ‘Lohusa bedduası kabul olur’ mantığıyla o dönemi düşmanlarıma karşı çok iyi kullandım!
Başta hoşlanmadım ama...
Sonra bir gün, “Ya sıvarım böyle işe” diyerek bıraktım kendimi. Aaa, bir baktım, kilo vermişim. İnternette sadece ‘doğumdan sonra nasıl kilo verilir’ türü şeyler arattığım için, neden veremediğimi aratmak aklıma gelmemişti. Sonra bir baktım, “Emzirirken şak diye 25 kilo verdim!” diyenler biraz abartmış. Emzirirken vücudun yağa ihtiyacı var, zaten o yüzden kilo alıyorsun. Hemen bedeni yağdan kesersen, o zaten panik halde, elinde ne var ne yoksa süt için tutar! Bunu da öğrenince “Alllaaaah” dedim! Az, öz gidiyor nasıl olsa. Milletin ne dediği kısmına gelirsek, işte bu noktada, ‘beden olumlama’ ile tanıştım.
Öncelikle belirteyim, bu hareketten başta hoşlanmadım. Ama diğer karşı çıkanlar gibi “Sağlıksız, şişmanlığa özendiriyor, kilo veremeyen beden olumluyor” da demedim.
Benim için gerekli olan, çatlaklarıma isim verip öpücükler kondurmak değil. Benim ihtiyacım olan, birinin beni kilom yüzünden aşağılamaması!
Benim ihtiyacım olan, yemek yerken o ‘daha nerene yiyeceksin!’ bakışını görmemek. Benim ihtiyacım olan, beni gördüğü zaman ‘popomun ne kadar büyüdüğüne’ değil, gözümün içine bakan insanlar.
Bir fotoğraf attığım zaman, “Ohaaa be, utanmadın mı bunu atmaya!” yazan biri beni aşağı çekiyor. Çünkü ben biliyorum ki o kilo benden gidecek. Ama o halimi de görmek istiyorum.
- ‘Bak o eti böyle yiyeceksin’ciler...
Öff altı üstü bir kavurma işte, niye abartırsın? Yok sabah ezanından hemen sonra onu testinin içine koyacaksın da vay bahçede şöyle büyük ateş yakıp... Ohoooo o! Sar sunu lavaşın içine, ben öyle de gömerim! Bir de bunlar o hayvanın her zerresini kullanır, tırnağından tut, postunun üstünde duran siyah kıla kadar pişirecek bir yemeği vardır.
- Mangalcı dayı...
Günler önce bütün mangal takımını almış, hanıma domatesleri ince ince soydurmuş, olay bitse de bir parkta bahçede, iki yellesem diye heyecanlanan kişidir. O mangalın başında aldığı tadı, o adama başka hiçbir şey veremez.
- ‘Kan akıtacaksın kan’cılar...
“Biz bu sene kurbanımızı bağış olarak verdik” der demez bir akraba büyüğü hemen atlar: “Kan akıtılmadan sevap işlenmez, işte keseceğin hayvanı göreceksin” diye diye yaptığın iki hayırdan da seni soğuturlar. Bütün bayramı “Lan ya haklıysa, kabul olmadıysa?” diye içinde şüpheyle geçirtir.
- Otelde tatil yapan linççi akraba...
Akrabalardan bir evli çift, bu bayramı kendi çekirdek ailesiyle Ege kıyılarında tatile giderek geçirmek istedi. Allaaaaaahhh! Gelsin dedikodular: Bütün yemeklerde “Daha geçen ay borcum var diye ağlıyordu, bak bak şimdi otellerden çıkmıyor!” muhabbetinin ana kaynağı olur kendileri.
Geçen hafta gerçekleşen Ay tutulması bir kez daha astrolojiye şaşırmama neden oldu. Kime “Selam canım nasılsın” diye sorsam, “Ay tutulması mahvetti beni” cevabını alıyordum. Astrolojiden pek anlamıyorum ama gördüğüm kadarıyla tutulma kimin hangi evinde gerçekleşiyorsa o ev kişinin canından can alıyor. Mesela kardeşimin ilişkiler evinde gerçekleşmiş. Sözde astrolojiden anlıyor, o kadar gitti eğitimini aldı. “Tutulma seni nasıl etkileyecek” diye sorduğumda “Ay benim ilişkiler evimde gerçekleşiyor, kesin evlenme teklifi alacağım” diyordu. Hoop kız tutulmanın haftasında terk edildi.
Astrologlar ikiye ayrılıyor
Bu tutulma zamanlarında da astrologlar ikiye ayrılıyor: Bir taraf; her şey harika olacak, başımıza takım takım yıldızlar mucizeler yağdıracak derken diğer taraftan “Öleceksinizzz!” diyor. Valla ben tutulma falan hissetmedim, çocuğum olduğundan beri yıldızlar beni teğet mi geçiyor nedir? Çocuğu tutmaktan belim tutuluyor sadece o kadar! Astroloji benim için bıçak sırtında bir noktada yer alıyor: Gerçekten doğru mu değil mi, ben inandığım için mi öyle oluyor yoksa öyle olduğu için mi inanıyorum? Sevmek mi, sevilmek mi sorunsalı gibi bir şey. Yine de yarın gerçekleşecek olan Güneş tutulmasını biraz araştırdım. “İstanbul depremiiii!” diye bağıran astrologlar da var, tıpkı 2012’de kıyamet senaryolarının sonundaki aydınlanma gibi topluca aydınlanacağımızı iddia edenler de var. Şimdi kafayı taktım ama ben, hemen Osi’ye söyledim, deprem çantasını hazırladık. İçine koyulabilecek en saçma şeyleri koydum; Batı’nın ilk patiği, ev kafama yıkıldığında beni kurtaramaz herhalde! “Deprem çantasına para koyun” yazmışlar, bizim çantaya koyduğum parayı her nakit bulamadığımda tırtıkladığımdan hemen tükendi bile. Yok anacım Güneş tutulması, deprem falan getirmesin, ben daha hazır değilim, çantam bile hazır değil!
Adriana ve Metin Hara aşkı ülkeyi bir salladı pir salladı. “Bu ne biçim aşk!” ile başlayan beğenmezliğimiz, bu kez kadın ülkesine dönünce “Bir kalemde seni silecek seni Metinnn!”e döndü. Kadın ne yapsa, Türk usulü ilişki mantığına bir türlü oturtamadık. Çünkü biliyorsunuz, bizim ülkede aşk eşittir kölelik! Biz bekledik ki kadın hemen çıplak fotoğraflarını silsin. İşini gücünü bıraksın, çat diye üç çocuk yapıp burada şirin bir pastane açsın. En son artık eski sevgilisi görünümlü en yakın gey kankisiyle eğlenirken pozlar verince “Bunu Metin Abimize nasıl yaparsın!” tadında ama alttan alttan “Ohhhhhh!” diye iç yağı eriten yorumlar yapıldı. Kadın da dayanamadı, oturdu açıkladı. Tahminimce mesaj içinde bırakmıştır kadını, “Şu insanları sustur” gibisinden. Yani ben olsam öyle yapardım. Valla Metin Hara da kusura bakmasın, bunu kendi istedi. “Yengenizin selamı var, yengeniz şöyle, yengeniz böyle” diye havasını atıyordu. Bunları da düşünecekti kadını Türk kalıbına sokmaya çalışırken.
Adriana’nın Miltiadis Kastanis ile karesini (altta) Instagram’a koymasıyla ortalık karıştı. “Bunu Metin Abimize nasıl yaparsın!” tadında ama alttan alttan “Ohhhhhh!” diyen yorumlar yapıldı. Lima, çare olarak kareyi sildi, ne yapsın...
Aşkım, o kız kim?
Adriana’nın açıklamasından sonra şöyle düşününce aslında, “Onu nereden tanıyorsun?” sorusu hepimizin başına gelmiştir. Sakin sakin otururken, artık şeytan mı dürtüyor, ne oluyorsa sevgilinin arkadaşlarını didiklemeye ihtiyaç duyuyorsun. Daha doğrusu, öncesinden zaten planını yapmışsın. Adamın sosyal medya hesaplarında gözüne kestirdiğin, “Bu kim ya?” diye düşünüp düşünüp bulamadığın o kişiyi sormak için zaman kolluyorsun. O zamanı yakalamak en önemli kısım. Alt tarafı soracağın soru “Şu koca göğüsleri, pardon kızı nereden tanıyorsun?” Ama işte o işler öyle olmuyor. Bir kere asla kıskandığını düşünmemeli. Kısıtlandığını hissetmemeli. Köşeye sıkıştırmış gibi de davranmamalısın. İşte, atıyorum, adamın elinde telefon, Instagram’da seri beğeni yaparken. Dünyanın en sakin ses tonuyla, “Aaa, bu şey değil mi? Hani şu AIDS’li kız...” Buraya tabii siz başka bir kelime ekleyin. Sizin hayal gücünüze bırakıyorum. O da ölümüne susamadıysa artık nereden tanıdığını söyleyecektir. Vereceği cevaba göre kavga çıkarıp çıkarmamak artık sizin tekelinizde. Zaten size vereceği cevap büyük ihtimalle, “O kız benim kardeşim gibidir!” O nasıl kardeşse?
Bir de işin diğer kısmı var tabii. Arada sırada “Bu çocuk kim?” sorusuna maruz kaldığımız anlar oluyor. Erkekler bize göre daha düz düşünen canılar olduğu için, hiç sağa sola çarpmadan çat diye soruyor tabii. Özellikle de fotoğraf yarı çıplak ve spor salonundaysa soru öbeğinin yanına mutlaka bir küfür koymayı da ihmal etmiyor tabii. Böyle durumlarda hemen Adriana Ablamız gibi açıklama yapıyoruz. Şimdi nasıl tanıştığımızdan, ortak arkadaşlarımıza kadar bir bir anlatıp boşuna yorulmaktansa, “Tatlım lütfen, o çocuk zaten kızlardan hoşlanmıyor” deyip konuyu kapatıyoruz. Zaten bu sorular yüzünden kaç adamın hakkında yalan yanlış dedikodular dönüyor kim bilir.
◊ Uzun ilişki yaşayamamalarının en büyük nedenini kadınlar olarak görürler. Onlar harikadır, onlar mükemmeldir; kadınlar sorunludur. Ağızlarından sürekli ‘kadın dediğin şöyle olmalı...’ diye bilmiş bilmiş laflar çıkar.
◊ Sürekli olarak anaları gibi kadın ararlar. ‘Vefa’ adı altında kocasının her türlü zorbalığına ses çıkarmamış, yuva yıkılmasın diye kan kusup kızılcık şerbeti içtim demiş bir kadın. Ki elinden kaçmasın...
◊ İstersen politikacı ol, ne bileyim Nobel üstüne Nobel al, hatta ölümsüzlüğü bul. Evinde kocanın önüne iki kap sıcak çorba koyamıyorsan kadın değilsin. Zaten bu saydıklarımı, onlara göre, elinin hamuruyla kadınlar yapmaz.
◊ Kadınların ne giyip ne giymeyeceğiyle ilgili saatlerce konuşabilirler. Koluna takıp ailesiyle tanıştıracağı kişi asla ‘açık’ giyemez. Ama baktıkları, takıldıkları, eğlendikleri istediğini giyebilir.
◊ Sevgilisinin, evleneceği kişinin bir birey olduğunu her zaman unutur. Yemesinden gezmesine, arkadaşlarından kuzenine kadar her şeyine karışır.
Haftanın tartışılan çifti Eda Erol-Alişan.
◊ ‘Türk kızı kaprisi!’ adı altında aşağılamak, en sevdikleri şeydir. Sonra bu aşağıladıkları kızlar gibi birini bulamıyoruz diye dizlerini döverler.
"Dokuz haftalık hamileyim. İki kez boşanma davası açtım. İkisi de darp davası. Eşim üç sene önce kıskançlık yüzünden çıkan kavgada kolumu üç yerinden kırdı. Geçen sene de burnumu ve kaburgamı kırdı. Hepsinin raporu var. Ve ceza davaları ben şikâyetimi çektiğim halde devam ediyor.” Karşında senin kolunu, burnunu, kaburganı kırmış bir adam var. Nasıl bunu devam ettirip kendine bu işkenceyi yapıyorsun? Bu kadar mı değersiz görüyorsun kendini? Bu adamdan ayrılmak için medyatik biriyle boy boy fotoğraflarının düşmesini mi bekledin?
Peki tek sorun başka bir kadın mı sence?
Yanlış anlaşılmasın, kendisini suçlamıyorum ama buradan yola çıkarak ne kadar saçma şeyleri ilişki zannettiğimizden bahsediyorum...
Tamam, her ilişkinin dinamiği farklı ama bazı şeyler var ki insan hakları mahkemesine versen, müebbet yiyecek adam, o derece! Bizi dövebilir, sevgisindendir. Bize hakaret edebilir, aşkındandır. Aklımız yok gibi kıyafetimize karışabilir çünkü bizi bizden daha iyi düşünür. Bana istediği zararı verebilir çünkü bu beden artık bana ait değildir, onundur. Gittiği yeri söylemez, takıldığı insanları bilmeyiz çünkü onun işi başından aşkındır...
Sonra yanında başka biri olunca, “Ay ben ayrılayım”. Ee tek sorun başka kadın olması mı sence? Evren sana bu adamın kötü biri olduğunu zaten binlerce kez göstermedi mi?
Eskilerin düşünce yapısından kopamadık bir türlü: “Yuvanı yıkma”, “Amaan ses çıkarma, ağzınızın tadı kaçmasın”, “Erkektir yapar, boş ver sen”, “Çocuklarını düşün”... O çocuğa günah değil mi? Annesinin sürekli istismar edildiği bir yuvada büyüyor. Sonra o çocuk, babası annesine nasıl davrandıysa o da karşısındakine aynı şekilde davranıyor. Kız çocukları da öyle... Hayatlarında ilk âşık olduğu kişi babası olduğu için yaşadığı her şey ona normal geliyor. Ve bu döngü devam ediyor.
Biliyorum artık içimiz dışımız Adriana Lima-Metin Hara aşkı oldu ama konuşmadan edemeyeceğim. Adam yardırıyor: “Vay ben Amerika’ya gideceğim, tarih beni yazacak. Herkes haddini bilecek!” minvalinde epeyce agresif, bir ton şey... İyi de kardeşim, asıl merak ettiğimiz bu mu sence? Bizim asıl merak ettiğimiz... İlk mesajı kim attı? Birbirinize kamera açtınız mı? Kızı Bodrum’a getirtmek için hangi cümleleri kurdun? Bir de kurban olduğum, Bodrum’un o sıcağında kalın kalın sweat’lerle neden dolaşıyordunuz?
Modern zaman dervişi
Adriana Lima’nın Metin Hara ile reklam yapmadığını aklı başında olan herkes anlamıştır. Kadın Forbes’ta en fazla kazanan mankenler arasında. Ama Metin Hara’nın açıklamalarına bakınca, ‘hazır kız bana yanıkken arada ben de ekmeğimi çıkartayım’ durumu oluşmuş. Kızı her bulduğu yerde löp löp öpmeler, her fırsatta üstüne çullanmalar falan. Hayır, oturup tek nefeste -ünlü- eski sevgililerini sayıyorsun; belli ki açlık da çekmiyorsun da nedir bu coşku seli?
Bir de Metin Hara ‘modern zaman derviş’i sayılıyor. Böyle kalpten, sufilikten bahseden birinin ‘hıyar’, ‘yenge’, ‘işte soda içsinler’ diye celallenmesi? O kelimeler araya sıkışınca, istersen bağdaş kurup havalan; sonuç: Marmaris’te İngiliz turist avına çıkan garson izlenimi...
Ayy bir de demeden edemedim, “Gazeteciler bana alışacak, ben böyleyim!” demiş ama kuzum, gazeteciler Adriana için oradalar. Yani kusura bakma ama sen onlara alışacaksın. Aslında biz bu merakın aynısını Tarkan, hayranıyla evlenince de göstermiştik. Neyse ki kız bu kadar gaza gelmemişti. “Eski sevgililerimi Google’a sorun, artık Türkiye’de herkes benden bahsedecek” gibisinden açıklamalar yapmadı. Oluyor böyle şeyler. Bizim de birkaç güne geçer merakımız, normalleşiriz.
◊ Tabii ilk mevzumuz güven, güven, güven! Aynı şeyi bir daha yapacak mı? Gerçekten pişman mı? Telefonunun şifresi neden değişti, onunla hâlâ görüşüyor olabilir mi? Hatta kimlerle görüşüyor acaba? Beni gerçekten istediği için mi barıştı yoksa alışkanlık mıyım onun için? Aynı şekilde o da benim, ya sadece tanıdık, bildik biri diye istiyorsam. Bunları çok düşünmemek lazım, yoksa sonunda beyni yakıyorsun.
◊ Ayrıldıktan sonra o ara verme esnasında yapılanları sindirmek biraz zor olsa gerek. İsterse adam evden dışarı çıkmadan, Ninja Kaplumbağaların, splinter ustası gibi o dönemi geçirmiş olsun, “Ayrıldıktan sonra Begüm’ün fotoğraflarını daha bir iştahlı beğenmişsin” bile kendini kahretmek için büyük bir neden. Bir de sanki o bölümde, millete hep seni kötülüyormuş gibi geliyor. Sevgilin ve 50 squatı 5 dakikada yapabilen üstün varlıklı bir sürü kız bir yerde oturmuş senden bahsediyorlar, sanki “Eski sevgilim berbat bir insandı, iyi ki ondan ayrılıp sizle takılıyorum. Ohh be memeye, popoya doydum yemin ederim!” diyormuş gibi geliyor. O dönemi nasıl geçirdi bir bir bilmek istiyor insan.
◊ Kavga için yanıp yanıp tutuşmak. Bir şey olsa da geçmişi açsam, bir şey dese de bana yaptıklarını bir bir söylesem. Barışmak yetmiyor çünkü, o içinde olan öfkeyi dindiremiyor. İsterse 7-24 yalvarsın, yatağını güllerle donatsın, yine de durup durup laf sokası geliyor insanın. Sonrası freni boşalmış kamyon gibi dambıl dumbul geri dönüşü olmayan yola ilerliyor.
◊ Sosyal medya hesaplarını yeniden güncellemek. Silinen fotoğrafları geri getiremiyoruz tabii ama yenisini de koymak burada biraz cesaret işi geliyor. O sürekli kafanın içinde seni yiyip bitiren ‘Ya bir daha ayrılırsak’ korkusu...
◊ Bence diğer maddeleri silin geçin, en önemli olan kısmı bu tarafı. Her ne kadar, “Yok başkası için yaşamıyorum, insanların düşüncesi beni ilgilendirmiyor” diye beylik beylik konuşsak bile gerçeği ikimiz de biliyoruz. Hatta çoğu ‘barışma fantezisi’ kurarken bile, ‘Peki ben bunu kızlara nasıl anlatırım’ durumu içten içe bizi mahvediyor. Çünkü o sadece senin eski sevgilin değil, eşinin dostunun yeni düşmanı. Adamın yaptıklarını sen unutsan onlar unutmuyor. İşin kötüsü barıştıktan sonra sürekli onu göz hapsine alıyorlar. ‘Ben demiştim’ demek için sansar gibi pusuda bekliyorlar.
“Yani demem odur ki, eski sevgiliye dönmek; sanki ev tişörtüyle dışarı çıkmak gibi. Rahat, bildik ama özel değil. Hep bir huzursuzluk, keşke giymeseydim hissi.”