Hükümetlerarası İklim Değişikliği paneline (IPCC) göre küresel iklim değişiminin sağlık üzerine etkileri geniş alanlarda hissedilecek ve çok sayıda kişi etkilenecek.
Örneğin, sıcaklıkta 23 C derecelik bir artış sıtma riskini yüzde 35 oranında artırmakta. Böylece IPCC, iklim değişikliğinin insan sağlığı üzerindeki etkilerinin tüm dünya, özellikle tropikal ve subtropikal ülkelerde ve düşük gelirli toplumlarda giderek artacağı sonucuna varmış. Sıtma, ülkemizde çok eskiden beri bilinen ve uğruna neredeyse tüm sulak alanlarımızı kurutmamıza rağmen yeniden hortlayarak kuzeye ve yüksek kesimlere yayılan bir problem.
"Hem Avrupa ve hem de Asya Türkiye’sinin iklimi, bazı sıtma bölgeleri dışında genellikle rahatlatıcı ve sağlıklı olarak tanımlanabilir. Ateş nöbetleri ve sıtma dar, dolambaçlı ve hava akımlarının engellendiği vadilerde, suları azalan dere yataklarında, bazen oldukça yüksek kesimlere kadar görülür. Ancak ateşli hastalıklara genellikle alçak kesimlerde ve deniz kıyılarına yakın nehir deltalarında rastlanır.
*
Sıtmanın bulaşması ve mücadelesi konusunda yerli halkta belki de binlerce yıllık geleneklere dayalı görüşler vardır. Günümüzün yolcusu seyrek olarak içlerinde iskelet derecesinde zayıf, kızgın yaz sıcağına rağmen sıtmadan titreyerek ve üşümekten dişleri tıkırdayarak ateşin karşısında oturdukları birkaç fakir kulübeye rastlayabilir. Daha sonra kavurucu öğle sıcağının etkisiyle yolcu atının üzerinde uyuklamaya başlarsa, birdenbire yanındaki zaptiyenin yumruğunu kaburgalarında hissedebilir: ’Uyuma efendim, sıtma tutuyor!’
Sıtma bulaştıran buğuların, insan uyanık kaldığı sürece etkili olamayacağına, ama kendini uykunun kollarına bırakırsa sıtma zehrinin içine işleyeceğine ve hastalığa karşı direncinin kalmayacağına inanılır. Bu inanış yüzünden, meskûn yerlerde 12-15 metre arası yüksekliklerde direkler üstüne kurulmuş sekilere sık sık rastlanır. İnsanlar, geceleri bu sekiler üzerinde uyur." Bu satırlar 1916 yılında Osmanlı İmparatoru Hükümet Danışmanı Paul R. Krause tarafından yazılmış olan "Türkiye 1915"ten alınmıştır. (Kitabın Türkçesi Heyemola Yayınevi tarafından 2005 yılında basılmış.)
Ulusal Doğa ve Kültür Belgeselleri Derneği’nden (DoğaBel, www.dogabel.org.tr) Behiye ve Serkan Yılmaz’ın fotoğraflarıyla bezenmiş "Sulak Alanlarımız Su ile Güzel" adlı, İç Anadolu Doğa Koruma Federasyonu’nun (İÇDOĞA, www.icdoga.org) hazırladığı broşürde ise şöyle deniyor: "...1950’li yıllarda başlayan devlet politikaları ile sulak alanlar kurutularak tarım arazilerine dönüştürülmeye başlanmıştır. Ayrıca bu alanları besleyen akarsuların barajlarda tutulması, yönlerinin değiştirilmesi veya sistemden su alınması, tarım ve sanayiden kaynaklanan kirlenmeler nedeniyle su kalitesinin bozulması, yabancı türlerin sisteme bırakılması, saz yakılması ve kontrolsüz saz kesimi gibi sorunlar yaşanmaktadır."
*
Halbuki "Günlük hayatımızda fazla önemsenmeyen, verimsiz ve atıl alanlar olarak nitelenen, hatta uzun yıllar sıtma hastalığının kaynağı olarak görüldüğü için kurutulan sulak alanlar; doğal dengenin ve biyolojik çeşitliliğim korunmasındaki rolünün anlaşılması ve balıkçılık, turizm gibi faaliyetlerle ülke ekonomisine sağladığı katkılar nedeniyle tüm dünyada koruması öncelikli alanların başında yer almaya başlamıştır."
Özetle, TEMA Vakfı’nın gözüne uyku girmeyen, genç ve dinamik müdürü Dr. Uygar Özesmi’ye göre "Doğaya rağmen değil, doğa ile uyum içinde yaşamalıyız." Bunun için de deniz, göl, dere, vb. sulak alanlardan uzak durmalı ve sürdürülebilir bir yaşam için buralardaki sivrisinekler dáhil olmak üzere tüm biyolojik zenginliklerimize sahip çıkmalıyız...