Paylaş
Hemen herkesin kolayca hatırlayabileceği, bir kaç ezgi olduğu gibi, bazı marşlar, şarkılar, tabii ki, bir çok türkü de vardır. Özünde şehir mekânında yazılmayan, yakılmayan, söylenmeyen türkülerin, bu denli hızla “şehirleşen” bir ülkede halen neden sevildiğini anlamadan, türkülerin popüler kültürdeki gücünü ve yüksek temsiliyetini de açıklayamayız. Doğru, artık neredeyse nüfusunun yüzde sekseni şehirlerde yaşayan, başta İstanbul olmak üzere bir dizi mega-şehri, metropolü olan bu ülkede “türküler”, popüler kültür ürünlerinde azalmak bir yana, artıyor desek yeridir. Örneğin, özellikle bir kaç sezon öncesine kadar Kurtlar Vadisi’nde türküler, Polat haletiruhiyesine göre çalınıyor, o esnada da kimse diziyi terk etmiyor, diğer kanala kaçmıyordu. Hatırlarsınız, Olgun Şimşek’in Kapalıçarşı’da söylediği türkü çok sevilmişti. Sadece diziler mi? Yeni şehrin, geniş kitlelerin asıl sevdası türkülerdir. Neşet Ertaş’ın, yıllar sonra geniş kitleler tarafından keşfedilmesini ve hemen benimsenmesini başka nasıl açıklayabiliriz? Öte yandan, azalmak bir yana, şehrin popüler eğlence bölgelerinde sayıları sürekli artan, çoğuna önceden yer ayırtmadan gidilemeyen, eğlence âleminin temel aktörlerinden biri olmuş “türkü-barları” da bir hatırlayalım. Biliyorum tabii ki, bu “türkülerin” (“şehir türküleri” diyelim), köylerde icrâ edilen türkülerle pek bir alakası yok. Yine de, simgesel bir önem arzettikleri de aşikâr. Diziler de pek seviyor bu nedenle türküleri ve kötü bir şekilde kullanıyor. Hikayeye bir “dekor” gibi giydiriliyor çoğunlukla, kahramanın ruh hâlini yansıtmak için bir “araç” olarak (ikincil bir düzeyde) kullanılıyor ve daha da fenası, dizinin zamanını uzatmak için suistimal ediliyor. Bugüne kadar hiç bir dizi türküleri birincil düzeyde anlatmadı, anlatamadı.
Göçle doğrudan alâkası var tabii ki türkülerin. Ama bu ilişki sanıldığından çok daha karmaşık ve katmanlı. Örneğin, 1960’lı yıllarda, köylerden şehirlere yönelen o büyük göç dalgasının şehir mekânına taşıdığı türkülerle, günümüz şehir insanının sevdiği türkülerin ilk bakışta bir benzerliği de olsa, ne dinleme, ne de tüketme pratikleri açısından eşdeğerler. Düşünsenize, Neşet Ertaş’ın ünlendirdiği Yalan Dünya’nın TV’deki karşılığı, Neşet Baba’nın işaret ettiği dünyayla hiç bir alâkası olmayan bir komedi dizisi. İronik bir durum ama böyle, hatta o dizideki en karikatür kahraman olan Selahattin’i oynayan Olgun Şimşek’te türkü söylemesiyle de gönüllerde taht kurmuştu. Demem o ki, mesele türkülerin popüler TV ekranında nasıl kullanılacağı olduğunda bir kere daha düşünmek gerekiyor. Şehre bir kaç kuşak önce göçmüş de olsa, ailesini, geçmişini, kökenini hatırlatan bir düş-dünya! Dahası o dünyayı, nostaljik bir refleksle, bir asıl-dünya olarak kurgulayan, yaşadığı hayatta çok nadir “hakiki” şeylerden biri olarak gören sevdalıları var türkülerin şehir mekânında, hem de yüzbinlerce. Tüm izleyici dediğimiz grubun temel tercihi türküler, bunu unutmamız lazım.
İşte bu nedenle, Urfalıyam Ezelden’in çok önemli bir boşluğu dolduracağını düşünmüştüm ismini ilk kez işittiğimde. Tüm fertleri müzisyenlerden oluşan ailelerden haberdardık belki ama, onların hayat gaileleri, hayal ve hüsranlarıyla daha önce hiç karşılaşmamıştık ekrandaki anlatılarda. Üstelik Urfa’lı olacaktı bu insanlar, sıra gecelerinin, şahane türkülerin, o kültüre damgasını vurmuş bir çok icracının geldiği diyardan. Müzik kültürü çok renkli ve zengin bir şehir Urfa ve o dünyadan aktarılacak, türkülerle örülü insan hikayelerin tabii ki ekranda şansı vardı, olacaktı. Hep geçmiş zamanda yazdığımı fark ettiğinizi düşünerek bir “hayal kırıklığı” yaşadığımı gecikmeden söylemek zorundayım. İlk üç bölümü izledikten sonra dizinin bende yarattığı izlenim, yeni bir şeyler anlatma şansının alenen heba edildiği oldu. Hâlbuki, iyi başlamıştı dizi, Bülent İnal’ın, Kadir İnanırvâri mimiklerden kurtulduğunu, yüzünü, vücut dilini çok daha ekonomik kullandığı, eni konu iyi bir oyuncu olduğunu fark etmiştik. Tabii ki, baba rolünde Settar Tanrıöğen’in kusursuz bir seçim olduğu aşikârdı. Özetle, birbirini seven, kollayan erkek kardeşler ve evin büyüğü, melâike bir büyükanne ile ekserisi müzisyenlerden oluşan sıcacık bir aile ile hemhâl olmuştuk. Ama ne olduysa oldu, evin abisinin gönlü, olur a, onlara “denk olmayan” bir ağanın kızına düştü, kızı istemeye gittiler ve ne yazık ki o andan itibaren tüm bildik klişeler de ekrana gelmeye başladı. Konusuyla özgün, o bölgedeki kültürel zenginliğin farklı, anlatılmamış bir yönünü gösterebilecek yepyeni bir “doğu hikayesi”, içimize karartan, ağalı, kan davalı ve bildik bir “doğu dizisi” olma yönünde hızla ilerlemeye başladı.
Tabii ki, ağamız berbat bir adam olacaktı; araya reddedemiyeceği “büyükler” girdiği için gelin istemeye gelen “çalgıcılar ailesin” evinde kabul etmiş, amma velâkin onları geldiklerini pişman edecek sözlerle kovmaktan da beter edecektir. Sonra? Oğlan kızı kaçırır, o gece birbirlerinin olurlar, aileler metazori durumu kabul etmek zorunda kalır. Bir de, çalgılı çengili bir düğün düzenlenir ve tam düğünün ortasında, kaçırılan kızın kardeşi çıkagelir, damadı katleder, aile karalara bürünür. Üstüne üstlük, bir de öğreniriz ki, birbirlerinin oldukları gece gelinimiz hamile kalmıştır. Artık, el mahkûm, gelin ailedeki bir küçük oğlanla evlendirilecek ve aile, bu hadiselerden sonra Urfa’da rahat edemeyeceklerine kanaat getirerek İstanbul’a göçmeye karar vereceklerdir.
Çok tanıdık bir hikaye değil mi? Benzerlerinden onlarcasını gördüğümüz bir klişeler yığını. Hadi belki, dizinin İstanbul ayağında işler bir düzene girer, bu “kader kurbanı”, İstanbul’a göç etmek zorunda kalmış, ellerinde müzikten başka bir para kazanma şansı kalmayan ailenin büyük şehrin dünyasında yaşadıkları güçlükleri görürüz diye umuyoruz. Nitekim, senaryo da zaten bu sefer onları İMÇ’deki bir yazıhaneye götürüyor, bize tekrar hayal kurduruyor. Yine müzikle iştigal ediyor bizimkiler, bu sefer İstanbul’daki Urfa düğünlerinde, arasıra düzenlenen Sıra Gecelerinde çalıyorlar. Lâkin, artık devir değişmiş, şehrin yükseleni “Ankara türküleri” olmuştur. Bu nedenle, onlarla beraber çalışan ve sıkı bir türkü icracısı olan solistlerini, karşı yazıhanedeki, yine memleketlileri ama aynı zamanda düzenbazın önde gideni olan Tırşik’e kaptırıyorlar. Eli paraya sıkışık çocuğa bir şey diyemezler ama, ellerinde türkücü de kalmamıştır, mecburen bir müsabaka açmak ve yeni bir solist bulmak zorundadırlar. Hikayeyi uzatmayalım, dizideki ikinci hayal kırıklığıyla, diğer zaafiyetiyle de bu esnada karşılaşırız. Bülent İnal’ın karşısına, hem de başrolde oynayacak bir “oyuncu” olarak Öykü Gürman geçmiştir! İyi bir müzisyen olabilir, iyi kötü yöre türkülerini de icrâ edebilir belki ama, bu işin altından kalkmasının imkânı yok. Televizyonda çok kritik olan yüz ifadesini kontrol edebilmeyi geçtim, henüz elini kolunu nereye koyabileceğini bilmeyen bir “oyuncu” ile o cenahta şekillenmekte olan aşk üçgeninin (Selva-Cemal-Ceylan) draması nasıl ekrana aktarılabilir, bilemiyorum.
Ezcümle, Urfalıyam Ezelden, eline geçen çok önemli bir fırsatı tepen bir dizi ne yazık ki. Hurafe, önyargı ya da klişelerle kirlenmemiş bir “doğunun” olduğunu biliyoruz, ne mutlu ki. Dizilerin bu yöre insanına yıllardır layık gördüğü “rolün” değişmesi için iyi bir başlangıç olabilirdi hâlbuki müzik kültürüyle bihakkın tanışmak. İnsanlar, oralardan büyük şehirlere sadece bir çok dert, çile ya da farklı ihtiyaçlar nedeniyle göç ediyorlar, bunda bir beis yok ama, o bölgenin insanını sadece törelerle örülmüş klişelere, fodal tipolojilere hapsetmek de ne oluyor? Dizilerin, istenildiği an, nasıl bir propaganda makinasına dönüştüğünün kanıtı “doğu dizileri”.
Paylaş