İstanbul Özel Yetkili Savcısı Sadrettin Sarıkaya; MİT Müsteşarı Hakan Fidan, Eski Müsteşar Emre Taner, Eski Müsteşar Yardımcısı Afet Güneş ve iki eski MİT görevlisini bizzat telefonla aradı ve “KCK soruşturması” kapsamında ifadeye çağırdı. Savcı, Fidan ve arkadaşlarını, Oslo'da PKK ile yapılan görüşmeler sebebiyle suçluyordu.
Fidan, telefonla Başbakan Tayyip Erdoğan'ı aradı. Ulaşamadı. Sonrasında Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ü aradı. Durumu anlattı, "önerisini" sordu. Gül, olayda kötü niyet olduğunu düşünmüyordu, "bence ifadenizi verin, bir problem çıkacağını sanmıyorum" dedi. Bu telefonun hemen ardından, Başbakan Erdoğan, Hakan Fidan'a cevaben döndü. Fidan, savcının talebinden Başbakan'a da söz etti. Erdoğan, Fidan'dan, kesinlikle ifade vermeye gitmemesini istedi.
Bu, Gülen Hareketi’nin, o döneme kadarki en “iddialı” çıkışıydı. Tayyip Erdoğan, “hamle”yi görmüş, analizini yapmıştı. "Amaçları beni tutuklamak" diye düşünüyordu.
Ancak, bu analize rağmen, dönemin Başbakanı Tayyip Erdoğan, 2013’ün sonlarına kadar, Cemaat’e karşı “ileri adımlar” atmadı. Ya da, atamadı… Bu yaklaşık 1.5 yıllık dönemin, uzun vadede, değişik açılardan tartışılacağını tahmin ediyorum.
Bahçeli’ye göre, dağılan Anayasa Mutabakat Komisyonu’na, CHP davet edilmeli: “Gelen olursa masada otururlar, gelmezlerse iktidar, artık B planını ortaya koymalı, biz masadayız.”
“İktidar, Anayasa’da ne gibi bir değişiklik düşünüyorsa bunu ağızlarına sakız edeceklerine, TBMM’ye getirsin. Bu ancak referandumla mümkün olabilir. Onun için de 317 milletvekilinin 330’a tamamlanması lazım. Tamamlandığı takdirde belirledikleri veya özledikleri anayasa değişikliğini yapmak için millet huzuruna çıkmış olurlar. Referandum olursa MHP, anayasa konusundaki hassasiyetlerini göz önünde bulundurarak, gerekli tedbirler alınmak suretiyle, kamuoyunun aydınlatılmasında kendi dünya görüşü ve parti ilkeleri çerçevesinde katkı sağlayacaktır.”
Başkanlık Sistemi dahil, Tayyip Erdoğan'la yeni anayasa konusunda birlikte hareket etmeye açık bir strateji mi söz konusu? "Biz referandum yolunu açarız" anlamında bir tutum mu gelişiyor?
İkisi için çıkış yolu
9 Kasım 2013’teki görüşmeden notlara geçen diyalog şöyle:
Sırrı Süreyya Önder, dönemin Başbakanı Tayyip Erdoğan'la yaptığı görüşmeyi onun ağzından şöyle aktardı: 'Bana ne yapacağımı soruyorsun, söyleyeyim. Her şeyi yapacağım. Bir zamanı var ve bu konuda Apo ile de anlaşmışım. Tek bir kırmızıçizgim var, o da Suriye’dir. Orada Kuzey Irak benzeri bir yapılanmaya asla izin vermeyeceğim' dedi.”
Öcalan: “(Sinirlenerek) Sen de ona söyle: Biz de merkezi Suriye devleti içinde Kürtleri asla eritmeyeceğiz. Bu da bizim kırmızı çizgimizdir!”
Aynı görüşmenin devamında, Suriye ve Rojava konusu tekrar gündeme gelir. Hükümetin Rojava'ya yönelik politikasını eleştiren Öcalan, şu değerlendirmelerde bulunur:
Polisten yararlananlar var. İki kadın öldürüldü.
HDP yöneticileri, Diyarbakır'da, "Sur'a yürüyün" çağrısı yapıyor. "Kuşatma kaldırılsın" istiyorlar. Sokaklarda, göstericilerle polis arasında gerginlik yaşanıyor. Valilik, açılan koridordan herkesin canlı şekilde çıkabileceğini, yaralıların ambülansla taşınabileceğini açıklıyor. Bu arada çıkanlar oluyor.
Sur'da neler yaşandığını sorduğumuzda şunlar aktarılıyor: Son kalanlar, PKK'lilere ek olarak YDG-H'liler ve onların aileleri… Aileler, YDG-H'li çocuklarını orada bırakıp gitmek istemiyorlar. PKK, "teslim olmayın sonuna kadar savaşın" talimatı verdiği için, çatışma sürüyor.
Ateşkes ilan edilen Suriye'de, Ruslarla ittifak içinde, PYD'nin Halep'e doğru yürüdüğü haberleri geliyor.
Orada, Dışişleri Bakanlığının konuğu olduk. Bir hafta boyunca, hemen her eğilimden İranlıyla konuştuk. Tahran, Kum, İsfahan gibi önemli kentleri gezdik.
O gezimizde sevgili Hrant Dink de vardı. Bir geceyi Tahran Ermenilerinin kulübünde geçiren Hrant, onların yaşamına ilişkin ilginç öykülerle dönmüştü. Tarihi yapılarıyla etkileyici şehir İsfahan'ın Ermeniler tarafından kurulmuş olması, başta Hrant olmak üzere hepimizin ilgisini çekmişti.
Derin bir tarihi ve felsefi geçmişe sahip olan İran'a yaptığımız bu gezi, İslami bir rejimle yönetilmemin ne anlama geldiğini kavramamız bakımından da çok öğretici olmuştu.
O dönemde Cumhurbaşkanı reformcu Muhammed Hatemi'ydi. Mecliste de çoğunluğu, reformcular ellerinde tutuyorlardı. Ancak buna rağmen iktidar muhafazakarların elindeydi. Çünkü sistemin kilit noktalarında onlar vardı.
Her alanda REFAHYOL hükümeti aleyhinde kampanyalar yürütülüyor. Genelkurmay başkanlığında; medyaya, yargı mensuplarına, değişik kuruluşların temsilcilerine, "irtica tehlikesi" üzerine brifingler veriliyor.
O dönemde, İslami kesim, uygulanan baskıcı ortam nedeniyle şaşkınlık içinde. Koalisyon hükümetinin ortağı Doğru Yol Partisi’nden istifalar oluyor. Hükümetin yıkılması için bir baskı ortamı yaratılıyor.
16 Nisan 1997 akşamı, Kanal D’de, Yalçın Doğan'ın programında Fethullah Gülen var. Onun ne söyleyeceği, özellikle İslami kesimde merakla bekleniyor.
Gülen, özetle şunları söyledi: "Birileri haksız yere laikliğe ve demokrasiye hücum ediyor." (…) "Bugün Türkiye'yi idare edemeyenler, 'Bu işi beceremedik, yüzümüze gözümüze bulaştırdık' demeliler."
HDP milletvekillerinin dokunulmazlık dosyaları Meclisin gündemine gelecek gibi görünüyor.
Kandil’den Cemil Bayık, "sonuna kadar savaşacağız", "ya bizim istediğimiz gibi buraları bizim yönetmemizi kabul edersiniz, ya da heryeri ateşe boğacağız" diyor.
Diyarbakır Sur'dan ölüm haberleri gelmeye devam ediyor. Kuşatmanın bir süre kaldırılması talep ediliyor, “yoksa iki yüze yakın insan ölecek” deniyor.
Sur'daki gelişmeleri yakından izleyen bir grup, mahsur kalanları kurtarmak adına, ablukayı 24 saatliğine kaldırmayı öneriyor. Valilik ise, "1.5 saatlik ve son kez yaşam koridoru" için izin verilebileceğini açıklıyor. Cizre benzeri bir "acı son"un, Sur'da da gerçekleşmemesini dilemekten başka bir şey gelmiyor elimizden.
Cuntanın baskısı herkesi yıldırmış, sessizlik egemen olmuştu.
Kulağımız dışarıdan gelen mesajlardaydı. Kim ne diyordu? Yorumlar nasıldı? Bu mesajları avukatlardan alırdık... Bize dayanışma mesajı yollayanlardan biri, Tosun Terzioğlu'ydu. Yanımızda olduğunu söylüyor, 'cunta'nın ömrünün uzun olmayacağını haber veriyordu.
O yıllarda, Ortadoğu Teknik Üniversitesi'nde öğretim üyesiydi, Fen Fakültesi'nin dekanlığını yapıyordu.
Tosun Terzioğlu, matematikçiydi. Ünlü bir matematikçi olan ve İstanbul Üniversitesi rektörlüğü yapmış Prof. Nazım Terzioğlu'nun oğluydu. Matematik merakını babasından devralmıştı.