Paylaş
Açılış töreni sırasında içerideki yoğun kalabalıktan fena halde rahatsız olmuş Meg Ryan ve çadırın bir bölümünü kestirip oradan sıvışmış!
Böyle bir şeyin olması hiç ama hiç hoş değil.
Olay sırasında orada değildim, ama akşamüstü Ezra+Tuba ve Arzu Kaprol defileleri için Santral ıstanbul içine kurulan çadıra gittiğimde Meg Ryan’ın neden rahatsız olduğunu anladım.
Çünkü Arzu Kaprol defilesine girerken benzer şekilde aşırı bir yoğunluk vardı.
Ve defile alanına girerken resmen itiş kakış yaşandı.
İnsanlar birbirinin üzerine yığıldı, herkes haklı olarak bağırıp çağırdı.
Tam bir saçmalıktı, tam bir kâbustu! Sanırsınız maça giriyoruz!
Neden böyle oldu? Çünkü defile alanı hınca hınç dolmuştu.
Görevliler de sadece kartları üzerinde “Arzu Kaprol defilesi” ibaresi yazanları alacaklarını belirttiler. Ama zaten çoğunluğun kartının üzerinde böyle yazıyordu!
O zaman sormalı: Niye defile alanının kapasitesi kadar davetiye dağıtılmaz?
Bu iş bu kadar zor mudur?
Hadi biz bu gibi yoğunlukları, itiş kakışları önemsemeyiz.
Çünkü zaten hayatımız böyle. Bir şekilde alışmışız. Kodlarımıza işlemiş bu şekilde yaşamak. Unutur gider, güler geçeriz...
Ama Meg Ryan -sevelim ya da sevmeyelim kendisini, mühim değil- alışmamış tabii. Alışmak zorunda da değil.
Dolayısıyla korkmuş ve kaçmış. Çok doğal.
O yüzden “aman ne kaprisli kadın” demek de anlamsız.
Dönüp bir kendimize, nasıl iş yaptığımıza bakmalıyız.
Defileler başarılıydı
İstanbul Fashion Week’in ilk günü organizasyon açısından ne kadar kötüyse yapılan defileler bir o kadar iyiydi.
Hem Ezra+Tuba hem de Arzu Kaprol.
Ezra-Tuba Çetin kardeşler ilk kez erkek koleksiyonu yapmışlar. Onu sergilediler. şalvar pantolonlar çok güzeldi mesela, bayıldım.
Arzu Kaprol ise çok dinamik bir koleksiyonla çıktı karşımıza. şovu da iyiydi. Müzik, makyajlar...
Ama gel gör ki, minare silueti ışıklandırması ve ney üfleyen semazen gibi dinsel detaylar yine ikiye ayırdı insanları tabii.
Kimisi bu detayları “gereksiz” buldu, kimisi “sevdi”.
Bence şıktı, abartılacak bir yanı yoktu.
Cihan Okan albümündeki hissiyat
Cihan Okan’ın ilk solo albümünü merakla bekliyordum.
Ve geçenlerde “Karım” adlı çıkış şarkısının klibine denk geldim.
İlk hissiyat: Bir tutam hayal kırıklığı. Sadece karısı öteki aleme göçenlerin ya da karısı tarafından terk edilenlerin sevebileceği vasat bir balad.
Direkt kapsama alanı dışındayım yani. Karım yok, kısrağım yok.
“Neyse” dedim, “Dur bir albümün tamamını dinle”.
Evet, dinledim. Baştan sona hevesle.
Son hissiyat şu: Bir çay kaşığı Yunan ezgisi, meyhaneye gidip en yakın ahbap çavuşla demlenme duygusu. Yani iyi hoş, güzel.
Ama albümün geneline yayılan, tatlı sert olmaya çalışan şu delikanlı söylemden de sıkıldım, itiraf etmeliyim: “Eski kafalıyım, büyük adam olamadım ben bu şehirde anne, alacağım seni komşu kızı, bu mahalleyi yakarım, kız sen lunapark gibisin...”
Ne bileyim, bir-iki tane bu tarz şarkı olsaydı yakışırdı.
Ama şarkıların hepsi bu çizgide heyheylenince bunalıyorsun.
“Bi dakka yiğen” oluyorsun, “asıl mesele ne?”.
Son olarak bir “ah keşke” önerisi: Keşke Cihan Okan, Sezen Aksu’yu ikna edip “Adı Menekşe”yi yeniden okusaydı. “Bu şehrin meydanlarında, garında, rıhtımında, sensizlik bir türlü yakamı bırakmıyor” diye diye okkalı bir yalnızlık fırlatsaydı kalbimize kalbimize. O açıdan; üzgünüz, hem de epey...
Paylaş