Hepinizin başına gelmiştir. Kaç yaşına girerseniz girin, aileniz size çocuk muamelesi yapar ya.
Korur, kollar; iş/aşk/ıvır zıvır her meselede "daha çocuksun"u hissettirir.
Ne kadar zamanında onları anlamasanız da, ebeveyn olduğunuzda siz de aynı şeyi yaparsınız.
Bu bir kısır döngüdür. Bunu kırmak zordur. Düzen böyle sürer, çoğalır, filan...
Herkes yarı çocuk kalır bu yüzden. Asla büyümez. Hatta kimisi yetişkin olmayı bile reddeder.
İşte bugün gösterime giren "Little Children" (maalesef filme "Tutku Oyunları" adı uygun görülmüş), böyle iki yetişkinin hikayesini anlatıyor. İkisi de evli ve çocuklu. Biri kadın, diğeri erkek. Her ikisi de çalışmıyor.
Bir gün çocuk parkında tanışıyorlar. Çocuklarını salıncakta sallarken... Sonra da zaten çocuklarını gezdirdikleri halka açık alanlarda buluşmaya başlıyorlar. Aile havuzunda, parkta...
Derken aralarındaki cinsel gerilim bir tutkuya, delice bir aşka dönüşüyor.
Tam da iki çocuğun saflığına eriştikleri, unutulmaz Sezen şarkısındaki gibi, "Sevişen yaramaz çocuklar gibi" oldukları bir anda artık özgürleşmek; kapana kısıldıkları yaşamlarından, aile havuzlarından, çocuk parklarından sıyrılmak istiyorlar.
Ama nafile, çünkü onlar birer "küçük yetişkin". Cesaretleri bir yere kadar. Onlar düzene bağlı. Yıkmayı göze alacak kadar gözü kara değiller. En fazla bir roman kahramanı hakkında (Madame Bovary), konuşurken cesurlar: "Madam bir sürtük değildi. Tercih ettiği hayat onu kapana kıstırmıştı. Yeni bir yaşam alternatifi yaratmaya çalışıyordu. Onunki aldatma değildi. Sadece açlıktı. Açlık!"
Kate Winslet’ın canlandırdığı Sarah söylüyor bunları.
Evet, Winslet filmdeki o kadın. Adamı ise Patrick Wilson canlandırıyor.
Bu kadar yazdım uzun uzun. Çünkü epeydir hiçbir film beni bu kadar etkilememişti, ki bugün ya da hafta sonu fırsatını bulup gidin istiyorum. Nitekim düşünecek, üzerinde konuşup tartışılacak çok malzemesi var filmin.
Hele ki tüm yetişkinlerin asla tam olarak büyümesine izin verilmediği ve bu yüzden yanlış seçimler yaparak kendini bile isteye sıfırladığı bu ülkede, Little Children sakin sessiz bir yumruk gibi. Gelebilir, gelecektir.
Kadın kadına eğlencedeki ’dağınıklık’
Şehrin ilk lezbiyen kulübü Bigudi’deniki - üç hafta önce haberdar etmiştim, ama mekana erkekleri (katiyen) almadıklarından içeride neler olup bittiğini bilmiyordum.
Nihayet meraklar giderildi. MilliyetPazar’dan Aslı Çakır - Sabanur Kıraç ve Aylin Varon söz konusu bara gidip eğlenmiş ve her biri ayrı ayrı izlenim kaleme almış.
En çok Kıraç’ın yazısındaki şu cümleler ilgimi çekti: "... İçeride hiç erkek olmaması insana garip bir his veriyor. Mesela dans ederken insan saçmalamaktan veya dağıtmaktan çekinmiyor.
Kısacası rezil olmayı pek umursamıyoruz".
Demek ki bir zamanlar gazinolarda yapılan kadınlar matinesinin özü bu: Dağıtmaktan çekinmemek. Kadın kadına olmanın verdiği dayanılmaz hafiflikle saçmalamak...
Buradan hareketle: İzzet Çapa’nın yerinde olsam Cahide’de bir gece "Kadınlar Suaresi" yapardım!
Tüm sosyetella kadınlara da yanlarında pasta/börek getirmelerini şart koşardım hatta.
Bir Demet Akalın saygısızlığı
Magazin programlarının birinde rastladım. Demet Akalın özetle şöyle diyordu:
"Yetişemediğim işlere onu gönderiyorum, yani Makbule Hande Özyener’i, e isminin orijinali buymuş çocuklar, ben de şaşırdım valla, ha ha ha".