Paylaş
Birkaç hafta önce bir okulun davetlisi olarak Ankara’ya gittim. Boş zamanımız kalmıştı, ne yapmak istediğimi sordular, Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nü ziyaret etmek istediğimi söyledim. Götürdüler… ‘Enstitü’ dediğime bakmayın, ortada enstitü namına bir şey kalmamış, ama tarih bırakmıyor insanın yakasını. Acıklı hikâyeler, terk edilmiş binalar ve içeri bile girmemize izin verilmeyen atıl bir müze! Her yerde enstitülü öğrencilerin zamanında yapılmış heykeller, büstler, kütüphane, öğretmen lokali, yatakhaneler, iş atölyeleri, meyve bahçeleri, ağaçlar... Her şey bir şekilde duruyor, ama yerlerinde yeller esiyor!
Köy Enstitülerini bilenler bilir. Yüzyılın eğitim projesiydi. Kısacık ömrüne rağmen birçok aydın yetiştirmiş, üzerinde hâlâ derin tartışmaların süregeldiği Cumhuriyetin en değerli kurumlardan biriydi. 17 Nisan 1940 tarihinde çıkan Köy Enstitüleri Kanunu ile resmen kurulan enstitüler, köylü çocukları ırgatlıktan kurtarıp, kalem tutar hale getirmişti. Türk edebiyatına, müziğine, resmine ve sanatına damgasını vuran en büyük sanatçılar Enstitülüler arasından çıktı. Hasan Âli Yücel’in Milli Eğitim Bakanlığı sırasında kurulan enstitülerin genel müdürü İsmail Hakkı Tonguç’tu ve iş içinde eğitimi bu okullarda yerleştirmeyi başarmıştı. Her biri her alanda eksiksiz eğitim alarak öğretmen olan enstitülüler, okuldan mezun olduklarında her işten anlıyorlardı. Düzenli kitap okuyor, biçki dikiş biliyor, hasta bakıcılığından anlıyor, sebze yetiştirmeyi, bina yapmayı, marangozluğu, demir işçiliğini biliyor, uyguluyor, yapıyorlardı. Her biri örnek köylü aydınlardı. Tarih boyunca hiç olmayan olmuştu. İlk kez köylülerin arasından yazarlar şairler çıkıyor, köylü çocukları da öğretmen, ressam, müzisyen, heykeltıraş veya mühendis olabiliyordu. Asırlardır süren bir düş gerçek olmuştu. Ancak Köy Enstitüleri, 1950’ler Türkiye’sinde siyasete kurban gitti ve kapatıldı. Günümüzde bile hâlâ dönem dönem gündeme gelen ve çok tartışılan konulardan biri olmayı sürdüren Enstitüler, iş içinde eğitimin dünyadaki tek örneğiydi. Her şeyi ile yerliydi ve Türk icadıydı.
Şu fotoğraflara dikkatle bakın! Şimdi hepsi bu halde… Enstitünün etrafı çöl, ama içi ağaçlarla dolu, yemyeşil. Buraya ‘çöldeki vaha’ diye boş yere demiyorlar. Her ne kadar çürümeye terk edilse de tarih direniyor. Ağaçlar inatla meyve veriyor, binalar esas duruşta!
Günümüzde Enstitünün yerleşkesine bir Fen Lisesi yapılmış. Bahçede öğrenciler var, ama hiçbiri içinde yaşadıkları Enstitüler hakkında tek bir sözcük bile bilmiyor. Soruyorum, hiçbirinden yanıt alamıyorum. Yürüyüp geçiyorlar, sorularımıza gülüyorlar…
Enstitü müzesine girmek istiyorum. İçeri girmeyi demir parmaklıkla yasaklamışlar. Bir yurttaş olarak girmek istiyorum izin yok, bir gazeteci olarak girmek istiyorum ona da izin yok. Enstitülerden ne hatıra kalmışsa bu parmaklıkların ardında çürüyor. Yetkililerin görevidir. Hasanoğlan’daki müze ne durumdadır, araştırılmalıdır.
Enstitünün meyve bahçesine gidiyorum, oradan kapıları kilitli işliklerin önüne, bugünün insanlarının duvarlarına küfürler yazdığı dev amfi tiyatroya. Hüzün, üzüntü… Bileni yakıyor tarih! Başka ülkede olsa böyle bir yer, işlemiyorsa bile açık hava müzesine dönüştürülür. Bizde ise çürütülür, yok edilir.
Enstitünün dev amfi tiyatrosunun yanındaki Güzel Sanatlar Binasında yenileme çalışmaları yapılıyor. Yeni binada tarihten tek bir iz göremiyoruz. Silinmiş. Amfi tiyatronun basamaklarında oturuyoruz, düşünüyoruz… Bu devasa kültür evi, Ankara’nın çölünde ıssız, sessiz. Ve oradan mezun bir öğretmen, Recep Akgün!
88 yaşındaki köy öğretmeni Recep Akgün
Recep Akgün öğretmen 88 yaşında bir Köy Enstitülü! “İstanbul’da sadece 3 tane Köy Enstitülü kaldık.” diyor. O günleri hüzünle yâd ediyor. Hasanoğlan Köy Enstitüsü’nden mezun olduktan sonra Siirt’in Sasun ilçesindeki bir köye öğretmen olarak gitmiş. 1950’li yılların ortası… Öyle ıssız ve öyle kalabalık bir hikâyesi var ki, en sert adamı bile duygulandırır.
Bana Köy Enstitüsü diplomasını gururla gösteriyor ve anlatıyor: “Yurtsever bir müdürümüz vardı. Adı Kemal Üstün. Türkiye’yi gezmiş, Güneydoğu’yu görmüş. Oraların çok fakir ve gelişmemiş olduğunu söyledi. Her enstitülünün, vatan aşkı için oralara eğitim ve hizmet götürmesi gerektiğini anlattı. Bizim Hasanoğlan Köy Enstitüsü’ndeki sınıfımız 55 kişilikti. Hepimiz de ona verdiğimiz sözü tuttuk. Gittik oralara… Ama köylere gittik biz, şehirlere değil. Ben Siirt’in Sasun ilçesindeki bir köye gittim. Köyde ne ev var, ne yatacak yer. Köyün muhtarının evinde yatıyorum, ama yatak bile yok. Hasırın üstünde yattım 3 ay. Başımın altına bulgur kepeğinden yastık, kötü bir çul yorgan… Babama mektup yazıp yatak yorgan istedim, onlar gönderdiler. Ondan sonra okula geçtim de yatacak bir yerim oldu. Satın alacak ekmek bile yok. Neredeyse kasabada bile fırın yok. Ekmek isterdik, Kurtalan’dan gelirdi. Köyde darı ekmeği yapılırdı, buğday bile yoktu.”
‘Kızları okula göndermiyorlar, almaya gidiyoruz ama beşik sallıyor’
“Köylere öğretmen olduk ama öğrenci bulmak da ayrı mesele. Çocuklar okula gelmiyor, kayıt olmuyor. 5-6 çocuk geldi, onları kayıt ettim, ama geri kalanı yok. Sonra nüfus dairesine gittim, bir sürü çocuk çıktı köyde. Öğrenci arıyorum, bakıyorum daha 14’ünde çocuk doğurmuş beşik sallıyor. Düşündüm, ama olacak gibi değil. Okula öğrenci almam lazım, köyü aydınlatmam gerekiyor. Mandolinim vardı, demirbaşımız. Mandolini bize devlet verirdi. Nota ile 10 tane çocuk şarkısı çalamayan öğretmen olamıyordu, o kadar kıymetliydi. Köyde benim de işimi gördü. Mandolinimi aldım elime, arkamda da okula kayıt yaptıran ilk öğrenciler… Müzik çalarak köyü dolaşıyoruz, okula yeni öğrenciler arıyoruz. Bir baktık herkes gelmeye başladı. Okulda tam 40 öğrencimiz oldu. İşte böyle zor zamanlardı.”
‘Bunlar on sene sonra bizi meclise sokmaz’
“Köylüler çocuklarını okula göndermek istemiyordu. Çünkü her biri onlar için bir ırgattı. Okurlarsa, ırgatlarından, işçilerinden olacaklar diye göndermiyorlardı çocukları okula. Babam beni bile göndermek istememişti de kaçtım gittim, yazıldım Köy Enstitüsüne, hayatım kurtuldu. Toprak ağaları ve Ankara’daki milletvekilleri sürekli Hasanoğlan’a gelirdi. Her Cumartesi bir ekip gelirdi, 5-6 milletvekili ama bizimle konuşmazlardı. Yüksek Köy Enstitüsü kısmındaki abilerimizi ablalarımızı sıkıştırıp, onları zorlarlardı. Fakir Baykurt, Talip Apaydın, Dursun Akçam, Mahmut Makal gibi abilerimizle konuştuktan sonra meclise gider, “Bunlar on sene sonra bizi meclise sokmaz, acayip bir yetişme tarzları var, çok akıllılar.” deyip, mecliste enstitülerin kapatılması için çalışma yaparlardı. Başardılar da…”
Sonra bana diplomasını, fotoğraflarını, anılarını gösteriyor Recep Akgün öğretmen. Ve başlıyor Köy Enstitüleri marşını söylemeye.
Ve hüzünleniyor... Gözleri doluyor, hayıflanıyor, iç çekiyor.
Bugün öğretmenler günü… Başta başöğretmen Mustafa Kemâl Atatürk olmak üzere Recep Akgün öğretmen gibi daha nice öğretmenlerimizin öğretmenler gününü kutluyoruz. Büyük emek vermişler, ülkeyi kalkındırmak ilkesiyle ömürlerini toplumun önüne sermişler. Var olsunlar…
Paylaş