Paylaş
BRICS, isminden de anlaşılacağı gibi Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika Cumhuriyeti’nin oluşturduğu uluslararası bir örgüt. Bu beş ülkenin hepsi aynı zamanda G-20 (Grup-20) örgütü üyesi. Bu nedenle BRICS ile G-20 arasında esasen doğrudan bir ilişki var. Türkiye’nin de G-20 üyesi olması BRICKS Zirvesine davet edilmesini daha da anlamlı kılıyor.
Gerek BRICS gerekse G-20 Dünya ekonomik sorunlarını ele almak, uluslararası sistemde karşılaşılan ekonomik meselelere küresel sorunlar bulmak amacıyla kurulmuş örgütler. BRICS üyesi 5 ülke Dünya nüfusunun çok önemli bir bölümünü oluşturuyor. BRICS üyesi ülkeler Dünya ekonomisinde giderek çok daha büyük ve etkin bir rol oynuyor.
Johannesbourg toplantısı BRICS Zirvelerinin 10’cusu olacak. BRICS Zirveleri 2009 yılından bu yana yılda bir kere yapılıyor. Bundan sonraki BRICS Zirveleri Brezilya (11’nci Zirve) ve Rusya’da (12’nci Zirve) toplanacak. Rusya’da 2020 yılında yapılacak Zirve’nin ilginç olacağı şimdiden konuşuluyor. Rusya’nın BRICS ve (diğer önemli uluslararası bir örgüt olan) Şanghay İşbirliği Teşkilatı Zirvelerini aynı zamanda yapmayı, düzenleyeceği bu (büyük) uluslararası toplantıyla (Avrupa ve Transatlantik dışındaki) Dünya’nın bütün önemli (yükselen) ekonomilerini bir araya getirmeyi planladığı görülüyor.
Dünya’nın en büyük 19 ekonomisi ile AB’ni bir araya getiren G-20’nin bu yılki zirvesi ise 30 Kasım-1 Aralık tarihlerinde Arjantin’in başkenti Buenos Aires’de yapılacak. Arjantin G-20 Örgütünün 2018 dönem başkanlığını yürütüyor. Geçen hafta Arjantin’de üye ülkelerin ekonomi ve maliye bakanlarının katıldıkları önemli bir toplantı gerçekleştirildi. Arjantin 2018 yılı içinde (dönem başkanı olarak) G-20 üyesi ülkelerin katıldığı ve uluslararası ekonomik konuların gündemde olduğu çok sayıda toplantıya ev sahipliği yapıyor.
Arjantin’de gerçekleştirilen bu G-20 toplantıları Dünya ekonomik işbirliği için önem taşıyor. G-20 Ekonomileri Dünya gayri safi hasılasının % 85 kadarını üretiyor, Dünya ticaretinin ise (AB içi ticaret dahil) % 80’ini gerçekleştiriyor. Dünya nüfusunun 2/3’de G-20 ülkelerinde yaşıyor.
Buenos Aires toplantısı 13’üncü G-20 Zirvesi olacak. Bundan sonraki G-20 Zirveleri ise Japonya (14’üncü Zirve) ve Suudi Arabistan’da(15’inci Zirve) yapılacak. G-20 Zirveleri 2008 yılından bu yana yapılıyor. 2009 ve 2010 yıllarında (yılda) iki kez yapılan bu zirveler, 2011 yılından bu yana ise yılda bir kere gerçekleştiriliyor. Önemli bir G-20 Zirvesinin 2015 yılında Türkiye’de Antalya’da yapıldığı hatırlarda.
G-20 Zirvelerini düzenleyen dönem başkanı ülke, üye ülkelerin Ekonomi, Maliye ve Çalışma Bakanları ile Merkez Bankası başkanlarını da bir araya getiren toplantılar düzenliyor. Dönem başkanı ülkelerin geçmişte üye ülkelerin İş dünyası ve sivil toplum liderleri ile düşünce kuruluşu yetkililerini de bir araya getirdikleri (halktan halka ilişkileri güçlendirdikleri) biliniyor.
G-20 Örgütünün önemli bir yanı da Dünya’daki (geleneksel) büyük ekonomiler ile ön plana çıkmakta olan (yükselen) ekonomileri bir araya getirmesidir. Esasen G-20, Dünya’daki en büyük Batılı 7 ekonomisinden oluşan G-7 Örgütü içinde alınan kararla kurulmuştur. İlk G-20 Zirvesi de ABD’nin başkenti Vaşington’da, ikinci Zirve İngiltere’nin başkenti Londra’da, üçüncü Zirve yine ABD’de Pittsburg şehrinde yapılmıştır. Bu durum Batılı büyük ekonomilerin Dünya’nın karşılaştığı (çözüm bekleyen) ekonomik sorunların ancak G-20 formatlı bir örgüt içinde (yükselen ekonomilerin katkısıyla) çözümlenebileceğini gördükleri ve böyle bir örgütü kurmak zorunluluğunu duyduklarını göstermektedir.
Uluslararası örgütlerin Zirve toplantıları (üye) ülke liderlerinin bu zirveler marjında ikili temaslar gerçekleştirmeleri bakımından da önem taşımaktadır. Bu çerçevede uluslararası örgüt toplantıları birçok ikili temasa sahne olmakta, uluslararası sorunların (liderler arasında) yüz yüze görüşülmesine vesile olmaktadır. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın katılacağı BRICKS Johannesboug Zirvesinin de (Zirveye katılan liderler arasında) önemli birçok ikili görüşmeye sahne olması beklenmelidir. Bu ikili temaslardan birinin Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Rusya Cumhurbaşkanı Putin’le yapacağı görüşme olacağı ve iki liderin bugün bir araya gelecekleri açıklanmıştır.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Putin’le (bugün) yapacağı görüşmenin en önemli gündem maddesinin Suriye olacağı anlaşılmaktadır. Ankara’nın Rusya ile ABD ve İsrail arasında Suriye üzerinde meydana geldiği anlaşılan temas ve görüşmeleri yakından izlediği muhakkaktır. Şam rejimi güçleri (çatışmasızlık bölgesi olması gereken) Deraa bölgesini (ABD’den hiçbir tepki gelmeden) kolaylıkla ele geçirmiştir. PYD/YPG ile Şam rejimi arasında (PYD/YPG kontrolü altında bulunan bölgelerdeki) petrol kuyularının işletilmesi konusunda anlaşmaya varıldığı yönde haberler de basında yer almaktadır. Bu gelişmeler Rusya ile ABD’nin Suriye üzerinde bir mutabakata varmak amacıyla görüştükleri haberlerine yoğunluk kazandırmıştır.
İsrail Başbakanı Netanyahu’nun Cumhurbaşkanı Putin’le artan temasları (Netanyahu ‘nun kısa bir süre içinde üç kez Moskova’ya gitmesi) Rusya ile İsrail arasında da Suriye bağlamında görüşmelerin hızlandığına işaret etmektedir. Ankara’nın gerek Rusya-ABD gerek Rusya-İsrail görüşmelerinin Suriye’yi nereye götürmekte olduğu konusuyla ilgilenmesi gayet doğaldır.
Ankara’yı tedirgin eden diğer bir gelişme de (Dera’dan sonra) Şam rejiminin İdlib’e dönme ihtimalidir. Şam rejiminin İdlib’ı ele geçirmek için girişeceği askeri bir operasyon Ankara için (yeni büyük bir sığınmacı dalgası gibi) birçok sorunu ve İdlib’te (çatışmasızlık bölgesinde) 12 askeri gözlem noktası kuran Türkiye ile Şam rejimini doğrudan karşı karşıya getirme riskini ortaya çıkartabilecektir.
Erdoğan-Putin Johannesbourg görüşmesinde masada olacak diğer bir gündem maddesi de bölgede (tehlikeli bir şekilde) yükselen ABD-İran krizidir. Vaşington ile Tahran arasındaki ilişkiler Trump Yönetimi’nin ABD’yi İran Nükleer Anlaşmasından çıkartma kararından bu yana ciddi bir şekilde bozulmuş, iki tarafın birbirini “tehdit” ettikleri bir seviyeye kadar gelmiştir. Trump Yönetiminin artık İran’ın nükleer programı ve İran’ın bölgedeki “yıkıcı” faaliyetleri konularını aştığını ve Tahran’da rejim değişikliğini hedeflediğini gösteren işaretler giderek artmaktadır. Önde gelen Amerikalı bir Senatörün (Lindsey Graham) Trump Yönetiminin İran’a yönelik çok önemli bir “atılımından” bahsetmesi ilginçtir.
Tahran’ın Trump Yönetimi’nin gerçek niyetinin İran rejimini yıkmak ve Tahran’da rejim değişikliği olduğunu gördüğüne şüphe yoktur. Tahran’ın, Trump Yönetiminin İran politikasının her geçen gün biraz daha Başbakan Netanyahu’nun etkisi altına girdiğini, bir yandan da Riyad ve Abu Dhabi’nin de Trump Yönetimi’ni İran’a karşı her alanda daha sertleşmeye teşvik ettiğini izlediği açıktır. Tahran’ın Hürmüz Boğazını kapatma konusunda (son zamanlarda daha) sıklıkla dile getirdiği “tehditler” buna işaret etmektedir.
Ankara ve Moskova’nın (kontrolsüz bir şekilde) yükselme eğilimine giren Vaşington-Tel Aviv-Riyad ile Tahran arasındaki gerginlikten ve bu gerginliğin (Orta Doğu bölgesi için) ortaya çıkarttığı risklerden tedirginlik duydukları anlaşılmaktadır. Bir İranlı üst düzey yetkilinin bölgedeki Amerikan üs ve tesislerinin İran’ın hedefi olabileceği yönündeki sözlerinin Ankara kadar Moskova’da da tedirginlik yaratması gayet olasıdır.
Diğer bir dış gelişme olarak, Yunanistan’da meydana gelen yangın felaketi Türkiye’de geniş yankı bulmuş, üzüntü yaratmıştır. Başkent Atina çevresinde devam eden yangın felaketi (sayısı artan) can kaybına ve ekonomik zararlara yol açmaktadır. Yunanistan’a yardım öneren ülkeler arasında Türkiye de ilk başta bulunmaktadır. Türkiye Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu Yunanistanlı meslektaşı Kozias’ı ve daha sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan Başbakan Çipras’ı arayarak Türkiye’nin üzüntülerini ve yardım önerisini iletmişlerdir.
Uzun bir süreden beri “iyi” giden Türkiye-Yunanistan ilişkilerinde son zamanlarda “sorunlar” çıktığı, (ilişkilerde) “bir şeylerin yolunda gitmediği” bilinen bir durumdur. Halbuki ikili ekonomik işbirliğine de “olumlu” bir şekilde yansıyan “iyi ilişkiler” hem Yunanistan hem de Türkiye’nin yararınadır. Bazı Yunanlı politikacıların aksine Başbakan Çipras’ın bu durumu gördüğü yönünde işaretler mevcuttur. Doğal felaketler bazen ülkeler arasında (ironik de olsa) olumlu gelişmelere yol açabilmektedir.
Bu durumun en iyi örneklerinden biri 1991 Marmara ve Atina Depremlerinden hemen sonra Türkiye ile Yunanistan arasında yaşanmıştır. Kardak ve Öcalan krizleri nedeniyle çok kötü bir durumda olan Türkiye-Yunanistan ilişkileri, 1991 yılında iki ülkede yaşanan deprem felaketlerinden sonra farklı bir aşamaya girmiş, ikili ilişkiler (tarihte benzeri olmayan bir şekilde) farklı (ve olumlu) bir yöne çevrilmiş, Ankara ile Atina arasında “iyi” bir diyalog ve işbirliği kurulabilmiştir.
Türkiye-Yunanistan ilişkilerinin tarihine bakıldığında “iyi” ilişkilerin ancak iki ülkeye de yönelik ortak bir dış tehditin bulunduğu dönemlerde gerçekleştiği müşahede edilmektedir. 1930’lardan sonra Akdeniz ve Ege’de (iki ülke için de) ortaya çıkan İtalyan ve 2. Dünya Savaşı’ndan sonra yükselen Sovyetler Birliği “tehditleri” Türkiye ve Yunanistan ilişkilerinin 1930 ve 1950’lı yıllarda (birbirlerine) yaklaşmasının ve Ankara ile Atina arasındaki “bahar havasının” arka planında yer almaktadır.
1991 “Deprem Diplomasisi” sonrasında iki ülke arasında kurulan “iyi” ilişkilerin temelinde ise iki ülkedeki siyasetçilerin iyi ilişkilerin ülke çıkarına olduğunu görmeleri ve iki ülkede de halkın (doğal felaketlerin yarattığı sempatiyle) iyi ilişkilere (ve iyi ilişkileri savunan siyasetçilere) verdiği açık destek bulunmaktadır. Yunanistan’da “iyi” ilişkileri bozmak (iki ülke arasında var olan sorunları kaşımak) isteyen siyasetçi ve çevrelere rağmen, iki ülkenin ilişkilerinin yönünü tekrar “olumlu” tarafa çevirebilmeleri, Atina’nın (yine bir doğal felaket döneminde) Ankara’nın uzattığı yardım elini tutması hem Türkiye ile Yunanistan, hem de bölgenin çıkarına olacaktır.
Paylaş