Sabaha karşı rüyamın en tatlı yerinde beni ayağa dikti.
‘‘Rakı var mı amca?’’
‘‘Sabahın bu köründe rakı da neyin nesi?’’
‘‘Şarap da olur.’’
‘‘Sana bir kahve yapayım.’’
‘‘Kahveyi boşver yaav... En iyisi sen bana zehir ver. İçeyim de bu acıları çekmekten kurtulayım!’’
‘‘Ne acısıymış bu?’’
‘‘Aşk acısı be amcacıım. Aşk acısı!.. Yanıyorum ki dumanım kulaklarımdan çıkmacasına.’’ deyip höykürüklü bir ağlama tutturdu. Arslan gibi delikanlıyı salya sümük ağlar görünce içim acıdı, yufka yüreğim çıtırdadı.
‘‘Dur yahu Sinan, toparlan oğlum. Senin gibi yakışıklı bir delikanlı için aşk acısı dediğin gelir geçer.’’
‘‘Geçer ama, deler de geçer. Fakat bu hem deldi, hem geçmiyor imanıma. Delik deşik oldum, kevgire döndüm. Dert bende, derman sende yav Oğuz Amca. Bana bir akıl ver. Bir akıl ver de kız beni sevsin, benimle evlensin.’’
‘‘Benim aşk meşk işlerine aklım hiç ermez. Kelin merhemi olsa, kendi başına sürer. Kız kim?’’
‘‘Tanımazsın, sosyeteden bir yavru. Babası borsacı ve kız benim farkımda bile değil. Beni ipine sallamıyor.’’
Sinan uykusuzluktan kan oturmuş gözlerini bana dikti ve dayak yemiş köpeğin yalvaran bakışlarıyla baktı. Yüreğim daha beter cızırdadı.
Sinan, çocukluk arkadaşım Hüseyin'in bizlere emanetiydi. Hüseyin'cik yaşama bizim gibi en dipten başlamış, ailesine sıkıntı çektirmemek ve biricik oğlunu okutup adam sırasına sokmak için çırpına çabalaya suyun üstüne çıkmıştı. Tam zenginliğinin keyfini sürecekken kalbi çektiklerini kaldıramadı. Genç sayılacak yaşta göçtü, gitti. Sinan baba parasına güvenip okumadı. Onca nasihatimize boşverip ve bir iş tutmayıp haytalığa başladı. İt kopuk takımından arkadaşlar edindi. Gecesi gündüzüne karışık vur patlasın çal oynasın yaşadı durdu. Her daim şen şakrak yaşayıp dünyaya boşveren Sinan'ı ilk kez böyle duygulu ve ciddi görüyordum. Bir yandan üzülürken, öte yandan sevinmeye başladım. Demek ki aşk insanı adam edebilirdi. Düşündüm taşındım, yardım etsin diye Sinan'ı Zehra'ya göndermeye karar verdim. Zehra'cık iki üniversite bitirmiş, aklı başında, ipek gibi yumuşak bir öğretmen kızıydı. Öğrenciliği sırasında bir süre yanımda çevirmen olarak çalışmıştı. İki yabancı dil bilirdi. Şimdi namlı bir üniversitede sosyo-psikoloji hocalığı yapıyordu. Bekárdı ve çirkinceydi. Hatta bir hayli çirkindi ama, şefkát dolu yardımsever bir kızdı. Beni kırmayıp Sinan'a zaman ayıracağını biliyordum.
*
Bir ay sonra Sinan yine uğradı. Benim de gözlerim yerinden uğradı. Oğlandaki değişiklik, göz kamaştırıcıydı. Sinekkaydı tıraş olmuş, televizyonlarda görüp imaj icabı sandığı o seyrek keçi sakalından kurtulmuştu. Her zaman giydiği allı morlu manav sergisi gibi gömlek ve kıçına yapışık apış arası terli dar blucinlerin yerine, üstünde tiril tiril ince bej bir keten elbise vardı. Her zamanki sivri burunlu, yüksek topuklu maganda işi pabuçlardan vazgeçmiş, kahverengi yumuşak mokasenler giymişti. Gömleği de kahverengiydi ve elbisesiyle renk uyumu içindeydi. Ama asıl değişiklik, konuşmasındaydı.
‘‘Bundan sonra yav, kafayı yedim, ulan bee, hattir cinsinden hıyarca kelimeler kullanmak yok amcacığım. Affedersin, hıyarca değil salatalıkça diyecektim. Konuşurken geliyoo, gidiyoo diye R harflerini yutmak da yasak. Geliyor, gidiyor denecek. Zehra Ablam beni Can Gürzap'ın konuşma okuluna yazdırdı. Her gün iki saat diksiyon dersi alıyorum.’’
‘‘Aferin Zehra Abla'na. Ama ikide bir niye sırıtıp duruyorsun?’’
‘‘Zehra Ablam ön dişlerimdeki çürükleri tamir ettirip, hepsini beyazlattı. Çünkü gülüşüm çok etkiliymiş. Kadın milleti böyle pırıl pırıl bir gülüşe zor dayanırmış.’’
‘‘Evet, güzel gülüyorsun ama sen yine vara da yoka da gülme. Adamı salak zannederler.’’
Sinan penceremden görünen denize gözlerini daldırıp biraz sustu. Sonra birdenbire, Orhan Veli'den, Nazım Hikmet'ten ve Özdemir Asaf'tan yüksek sesle şiirler okumaya başladı. Ortaokulda üç coğrafya cümlesini aklında tutamayan herifin, onca dizeyi sular seller gibi ezberleyebilmesini ben şaşkın şavalak izlerken Sinan bir kaşını kaldırıp bana döndü;
‘‘Sabahlara kadar şiir dersi çalışıyorum. Ayrıca Zehra Ablam bana edebiyat da öğretiyor. Söyle bakalım Yaşar Kemal'le Orhan Pamuk arasındaki fark nedir?’’
‘‘Biri iriyarı, biri sıskadır.’’
‘‘Bilemedin. Yaşar Kemal otlara, çiçeklere insan muamelesi yapar. Onları dillendirir. Orhan Pamuk'sa insanlara ot muamelesi yapar. Adamları oturdukları yerden kımıldatmaz.’’
‘‘Sen Yaşar'la Orhan'ı okudun mu?’’
‘‘Yoo...’’
‘‘Öyleyse bunları nereden biliyorsun?’’
‘‘Zehra Ablam söyledi. Erkek milletinin lafı tükenmemeli. Laf bitince şiirden, edebiyattan söz açmalı dedi. Kadın milleti kültürlü erkeğe bayılırmış. Şimdi sen de bana resim ve tiyatroyu öğretecekmişsin. Zehra Ablam, 'Oğuz Amcan bu işlerden anlar.' dedi.’’
Sinan'ın aşkı uğruna çilemiz başladı. Başladık pirimitif ressamlardan Rönesans'çılara, empresyonistlerden nonfigüratifçilere kadar dert anlatmaya. Arada bir tozutma sınırını geçtiğim için elimdeki resim cildiyle Sinan'ın kafasına vuruyordum. Aslında içimden kafasına sandalyeyle vurmak geçiyordu ama, arkadaş emaneti olduğundan herife kıyamıyordum. Pol Kli çocuk muymuş, resimleri, Sinan'ın ilkokulda resim iş dersinde yaptığı resimlere benziyormuş. Gogen renk körü müymüş? Hiç mor gökyüzü olur muymuş? Pikasso sayı saymasını bilmiyor muymuş? İnsanın üç gözü nasıl olurmuş? Tek laf dokundurmadığı Rubens'in etli butlu pembe kadın resimleriydi.
Sinan akşama doğru saatine bakıp fırladı.
‘‘Zehra Abla'yla buluşup İstanbul Festivali'ne gideceğiz. Bu akşam Viyana Filarmoni Modzart'la Brahms çalacakmış. Ben şahsen Bethofın'la Mendelson'u tercih ederim. Ama ders diye gidiyoruz.’’
*
İki haftalık hızlandırılmış resim ve tiyatro dersinden sonra bir akşam üstü Sinan yine damladı. Yüzünde güller açıyor, keyiften ağzını toparlayamıyordu. Ama ellerinin titremesinden, heyecanlı olduğu da belliydi. Üstündeki şık blazer ceket beline tam oturmuştu.
‘‘Bira göbeğine ne oldu yahu? Yoksa karnını içine mi çekiyorsun?’’
Sinan ceketinin önünü açıp midesine tak tak vurdu.
‘‘Göbeğimi badi salonlarında erittim. Bak, adalelerim şimdi taş gibi. Zehra Ablam kebap yememi de yasakladı.’’
‘‘Sendeki bu sevinç, göbek sevinci mi?’’
‘‘Hayır amcacığım, bu sevinç Tuğba sevinci... Tuğba, sonunda benimle yemeğe çıkmaya razı oldu. Bu akşam Layla'ya gidip yemek yiyip, dans da edeceğiz. Haa unutmadan sorayım, Breht tiyatrosunun özellikleri neydi?’’
Ben epik tiyatronun seyirciyi konuya yabancılaştırıp aklına hitap etme nedenlerini anlatırken, lafın yarısında Sinan fırlayıp gitti.
*
Dün akşam Brezilya maçının kahrıyla beyaz peynir-kavun eşliğinde sodamı yudumlarken bir avur, bir tafur Sinan geldi.
‘‘Sevgili Oğuz Amca, bana karşı gösterdiğiniz şefkát ve sabırdan ötürü minnetimi anlatacak sözcük bulamıyorum. Yüce gönüllülüğünüze sığınarak sizden son bir lütuf daha rica ediyorum’’ diye tumturaklı cümlelerle söze başlayıp resmi bir tavırla masamın üzerine süslü bir zarf koydu.
‘‘Biz evleniyoruz ve sizden nikáh şahidi olmanızı istirham ediyoruz.’’
‘‘Afferin be Sinan. Senin bu kadar inatçı bir áşık olacağını tahmin etmezdim. Bu aşk nasıl bir aşkmış ki iki ayda seni adam edip sanat profesörüne çevirdi. Sonunda Tuğba da sana abayı fena yakmış anlaşılan.’’
‘‘Haa, borsacının kızı Tuğba'dan söz ediyorsun. Ama ben Tuğba'yla evlenmiyorum ki.’’
‘‘Niye be? Hani kıza zil zurna áşıktın.’’
‘‘O cahil adam aşkıydı. Kız ne Yahya Kemal'i tanıyor, ne Rahmaninof'u. Hayatında bir Dostoyevski bile okumamış, fotoğraftan başka resim görmemiş. Kemal Tahir'i Turizm Bakanı, Ahmet Altan'ı futbolcu sanıyor. Televole'deki şarkıcı ve mankenlerin bütün sevgililerini sayıyor da, Şekspir'den haberi yok. İki buluşma sonra daral geldi, ektim gitti.’’
‘‘Şimdi kiminle evleniyorsun?’’
‘‘Tabii Zehra Abla'yla... Yani Zehra'yla evleniyorum amcacığım.’’