Merhumu nasıl bilirdik?

Selim’in tabutu Levent Camii’nin musalla taşında yatıyordu. Selim, yattığı tabutun içinden hakkında söylenenleri duyuyordu. Hatta, hakkındaki düşünceleri bile okuyabiliyordu.

Örneğin liseden arkadaşı Tamer içinden,

‘Ne aşağılık heriftin be Selim!.. Ben ırgat gibi gece yarılarına kadar ders çalışırdım. Sen de benden her yazılıda kopya çekerdin. Üstelik yazın güzel olduğu için, ben 8 alırken sen 9 alırdın. Benden her kopya çekişinde kendimi enayi yerine konmuş hissederdim. Ama dayak korkusundan kopya vermemezlik de edemezdim. Çünkü ben dövüşmeyi bilmezdim ve senden korkardım.’

Selim uzandığı tabutta utançla kıpırdarken kulağına Nurhayat’ın sesi geldi:

‘Hayatımın ilk erkeğiydin Selim. Çocuk yaşımdan beri sana aşıktım. Dünyayı seninle tanıdım. Evlenmemize bütün ailem karşı çıkmıştı ama, senin için herkesle didişip dövüşmeyi göze aldımdı. Akşam eve dönüşünü gözlemek için daha ikindi vakti pencerelere koşardım. Babamdan kalan fabrikanın yönetimini de sana vermiştim. Ama sen, evliliğimizin daha ikinci yılı dolmadan eve gelmemeye, icat ettiğin iş gezilerine çıkmaya başladın. Biz, kışlık battaniye imal ediyorduk. Kışlık battaniye pazarlaması Bodrum’da mı yapılırmış?’

Selim, tabutun içindeki karanlıkta huzursuzca kıpırdadı. Nurhayat’a gerçekten haksızlık etmişti. Ama sekreterleri Cemile ve Suna, bir içim su kızlardı. Cemile’nin kısık sesini, Suna’nın sütun gibi bacaklarını anımsayınca tabutunda yan döndü.

Kaya’nın sesini duydu.

‘Beni niye o kadar çok döverdin baba? Karnedeki iki kırık için çocuk dövülür mü? Sen dövdükçe benim kırıklarım artardı. Bir keresinde de bisikletimi çaldırdığım için dövmüştün. Ama kendi bisikletimi ben çalmamıştım ki baba! Niye hırsız çocukları yakalayıp dövmemiştin de dayağı ben yemiştim? Ama güldüğüm için yediğim dayağı hiç unutamıyorum. Hani patronun Cemil Bey’i yemeğe çağırmıştın. Adam da üçüncü annemin yaptığı yemeklere yumulmuştu. Arnavut ciğeri, Çerkez tavuğu, fırında incik kebabı, Buhara pilavı, zeytinyağlı taze barbunya ve kaymaklı ekmek kadayıfını yarım saatte götürmüştü. Sonra da ‘Gaaarkk!..’ diye garklamaya,‘Zoort!’ diye tosurmaya başlamıştı. Ben sizler gibi büyük ve tecrübeli olmadığım için Cemil Bey’in halini görmezden ve duymazdan gelmeyi beceremeyip sofrada gülme krizine yakalanmıştım. Sen de gülmem geçsin diye mutfağa götürüp beni paspasın sopasıyla dövmüştün. O günden beri 2 saniyeden fazla gülemiyorum. Hemen ciddiyetimi takınıyorum baba.’

Selim, oğlunun şikáyet dolusu sesini duyunca şaşırdı. Oysa biricik evladını okutmak ve adam etmek için nelere katlanmıştı. Dünyanın rüşvetini verip Kaya’yı yabancı okullarda okutmuştu. Sonra da Avrupa’lara göndermişti. Hatta, üniversiteyi bitirme armağanı olarak ona Opel arabasını bile vermişti. Tabii sonra kendi bir Mercedes almak zorunda kalmıştı. Ama herif hálá iki tokadın hesabını soruyordu. Üstelik dövmüşse, onun iyiliği için dövmüştü. Selim onca şikáyet dolu sesin arasında Mahmut’la Mustafa’nın konuşmalarını fark etti.

‘Rahmetlinin pek seveni yoktu.’

‘Evet yoktu.’

‘Yani sen bile sevmez miydin?’

‘Yok be Mustafa, ben severdim. Hem de çok severdim.’

Selim kulaklarını dikti ve derin bir oh çekti. Nihayet, biri onu sevdiğini söylüyordu.

‘Rahmetli rakıyı adabıyla içerdi. Okkayla içse, çakırkeyiflikten öteye geçmezdi.’

‘İyi söyledin Mahmut, onca rakı muhabbetimiz oldu, bir kere bozulduğunu görmedim. Muhabbeti de tatlıydı, bize eskileri anlatırdı. Savaş yıllarını, İnönü’yü, Menderes’i hep ondan öğrendikti.’

‘İhtiyarın rakı sofrasını özleyeceğiz galiba...’

Selim daha önce duyduklarının utancını meyhane arkadaşlarının sözleriyle bastırmaya çalışırken, eski okul arkadaşı Tamer’in sesini tekrar işitti:

‘Ama mezuniyet yazılısında bütün soruların cevaplarını inadına yanlış yazmıştım. Sen de o cevapları káğıdına aynen geçirmiştin. Hoca bana 2, sana 3 numara vermişti. Benim sözlü sınavım çok iyi geçtiği için not ortalamasıyla mezun olmuştum. Ama sen sınıfta kalmıştın sayemde Selim’ciğim.’

Selim uzandığı tabuttan öfkeyle kıpırdadı. Kendinden daha düşük not aldığı için Tamer’e bir güzel sopa atmak, o zamanlar aklına gelmemişti. Öfkeyle kendine küfürü basarken, kulağına Nurhayat’ın sesi geldi:

‘Ama sana hiç kırgın değilim Selim. Sayende Müjdat’ı tanımıştım. Biliyorsun, onu fabrikaya müdür olarak sen almıştın. Senin beni yalnız bıraktığın uzun gecelerde halimi hatırımı sorar, teselli ederdi. Sonra daha yakından teselli etmeye başladıydı. Zaten fabrikayı batmaktan kurtaran da Müjdat olmuştu. Sana bir itirafta bulunayım mı Selim? Seni fabrikadan ve evden atıp cıscıbıldak sokağa koyan annem değil, bendim. Zaten Müjdat senden çok daha yakışıklıydı.’

Selim, Müjdat ve Nurhayat hakkında bir cami avlusuna yakışmayan laflar ederken, oğlu Kaya’nın sesini duydu:

‘Benim bir kabahatim yoktu baba... Ne yapayım, o kadar genç bir kadınla evlenmeseydin. Dördüncü karın benden bile küçüktü ve sen yine günlerce eve uğramıyordun. Ama bana attığın dayakları düşününce, hiç suçluluk duymuyorum.’

Selim, ‘İyi ki ölüyüm, yoksa bu yaştan sonra evlat katili olurdum’ diye düşünürken Mustafa,

‘İhtiyarın rakı muhabbetini arayacağız’ dedi.

‘Ben aramayacağım.’

‘Niye ulan Mahmut?’

‘Rakıları o ısmarlıyor diye saatlerce türkü söyleyip kafamın ırzına geçerdi.’

‘Ben de o hırıltılı keçi sesinden nefret ederdim. Ama gelecekteki beleş rakı sofrasını düşününce, kulaklarımı tıkayıp çaresiz katlanırdım.’

Selim tam ‘Yiyip içtikleriniz haram olsun, zehir zıkkım olsun!.. Sesime laf edecek namussuzun ben...’ diye döşenmeye başlayacakken imamın hoparlörden gelen gür sesini duydu:

‘Merhumu nasıl bilirsiniz?’

Cemaatin sesi koro halinde,

‘İyi biliriiz!..’ diye tabutun içinde çınladı. Selim yattığı yerden Nurhayat’ın ince sesini bile ayrımsadı. Sonra,

‘Ben de sizi iyi bilirim’ diye mırıldandı. İmam tam üç kere,

‘Hakkınızı helal edin’ deyince, Selim de cemaatle birlikte üç kere,

‘Helál olsun’ diye haykırdı. Sonra da,

‘Şu Müslümanlık ne güzel bir dinmiş yahu... Giderayak bile olsa herkes birbirini bağışlıyor!’ diye mırıldandı.
Yazarın Tüm Yazıları