Paylaş
Ben olmasam, ne olacak bu memleketin hali?
Uykumun tatlı yerinde saat zırıldadı. Kızıma telefon edebilmek için saati ben kurmuştum. Saat farkı yüzünden bizde gece olunca, Amerika'da gündüz oluyor. Elgin'e telefonda;
‘‘Gönderdiğim kalsiyum tabletleriyle keçiboynuzu tozunu aldın mı?’’ diye sordum.
‘‘Teşekkür ederim babacığım, ama niye zahmet ettin? Onlar burada da vardı.’’
‘‘Madem vardı da, Noyan'ın kemikleri niye zayıf? Yılbaşında geldiğiniz zaman oğlanı sıska gördüm.’’
‘‘Boy atıyor babacığım.’’
‘‘Kalsiyum tabletleri suda eritilip günde iki kere içirilecek. Keçiboynuzu tozu da balla karıştırılıp her sabah bir çorba kaşığı verilecek.’’
‘‘Yaptım ama çıkardı.’’
‘‘O zaman çikolatayı eritip onunla karıştır. Ama mutlaka içir.’’
‘‘Peki babacığım... İçiririm babacığım... Sen merak etme babacığım... Hoşçakal babacığım...’’
Ah aah!.. Bu genç milleti çocuk yetiştirmeyi kolay sanıyor. Yatmaya giderken oğlumun odasına da uğradım.
‘‘Hişşt Seyit!..’’
‘‘Hııı?..’’
‘‘Hişşt oğlum, biraz uyanıver.’’
‘‘Ne oldu baba? Yine mi deprem?’’
‘‘Gece haberlerinde duydum, yarın kar gelecekmiş. İşe giderken dik yakalı yün kazağını ve içi muflonlu parkanı giy. Yer kar tutarsa üçüncü vitesle git. Ama 30 kilometrenin üstüne çıkma ve sakın ani fren yapma.’’
Pekii babacığım... İyi geceler babacığım...''
* * *
Sabah gazeteye gitmeye karar verdim. Çünkü Yazı İşleri Müdürü Fikret Ercan, söylediklerimi kulak arkası ediyor, çok kez de telefona çıkmıyordu. Benim emektar Honda'yı sattığım için taksi durağına yürüdüm. İki şoför dövüşüyor, millet de seyrediyordu. Uzun boylu şoför, kısayı bir güzel pataklıyordu. Dayak yiyen aslında daha güçlü kuvvetliydi ama, uzuna sokulamıyordu ki... Herife yanaşıp,
‘‘Kafanı omuzlarının arasına sakla... Onun suratına değil, eğilip midesine vurmaya çalış!’’ dedim. Aferin söz dinleyen adammış. Dediğimi yaptı ve uzunun midesine bir sağ direkt geçirdi. Uzunun suratı morardı, gözleri börtledi. Sonra kendini toparlayıp benim üstüme yürüdü.
‘‘Sen ne karışıyorsun lan moruk!..’’
‘‘Herif eğilmiş üstüne gelirken uzun bacaklarınla suratına bir diz atmayı akıl edemezsen işte böyle karnına yumruğu yersin. Doğru dürüst dövüşün diye size yardım etmeye çalışıyorum. Adam gibi dövüşmeyi bilmiyorsanız, ne halt etmeye kavga ediyorsunuz?’’ deyip yürüdüm. Kavga aniden bittiği için seyircilerin arkamdan söyledikleri ayıpçı laflara da kulak asmadım.
* * *
Bizim Yazı İşleri salonu, bir futbol sahası yavrusu büyüklüğündedir. Bir sürü uzun masa ve üzerlerindeki (hála görüntüsüne bile alışamadığım) bilgisayarlar yüzünden labirent gibidir. Bu nedenle Fikret Ercan'ı kıstırıp yakalamam yine kolay olmadı. Ben tam bir masanın köşesindeki virajı alırken o, her gün yaptığı sağlıklı yaşam koşularının da desteğiyle üç masa aralığından hızla sıyrılıp salonun en uzak köşesine tüydü. Sonra da boyunun kısalığından faydalanıp bir bilgisayar ekranının arkasında kayboldu. Tabii hata etti. Ben onu göremiyordum ama, o da beni göremiyordu. Sevgili Yazı İşleri Müdürü'mü Sanlı'nın bilgisayarı arkasında tam sipere yatmışken enseledim.
‘‘Galiba gazetenin mavi boya stoğunda fazlalık var. Ya da Türk-Yunan dostluk baharını çok sevdiniz!’’
‘‘Yine ne oldu ki ağabey?’’
‘‘Birinci sayfanın tepesini mavi yapmayın, gazeteye tabloid bulvar gazetesi havası veriyor diye nasihat etmekten dilimde tüy bitti. İnsan, bir kere de tecrübeli ve yaşlı meslektaş nasihati dinler. Ama siz gençler, her şeyi daha iyi bildiğinizi sanıyorsunuz değil mi?’’
‘‘Estağfurullah ağabey, değerli fikirlerini her zaman can kulağıyla dinlemişimdir. Bizlere yol gösterici oluyor, ışık tutuyor.’’
‘‘Her gün spor sayfasından bir haberi de birinci sayfaya çıkarmanı tavsiye ederim. Hatta, ikinci sayfaya da sadece şarkı-magazin haberlerini değil, spor magazinlerini de koyun. Böylece gazetede bütünlük olur. Spor sayfaları ayrı bir gazeteymiş gibi durmaz.’’
‘‘Vallahi harika bir buluş ağabey!.. Bizim hiç aklımıza gelmemişti... Sen söylemesen geleceği de yoktu!’’
Odama çıkarken Fikret'i ne kadar çok sevdiğimi fark ettim. En sevdiğim yanı da büyük sözü dinlemesiydi.
Odama gelene kadar Serdar Turgut'a lümpen sözcüğünü arabesk yorumladığını, literatürdeki lümpen'in en belirgin özelliğinin üretememesi olduğunu ve Yılmaz Güney'e üretimsiz diyenin alnını karışlayacağımı söyledim. Bülent Düzgit'e güzelim çizgilerini süsleme tramlarının altında boğmamasını tembihledim. Doğan Hızlan'a köşesinde tiyatro sanatına üvey evlat muamelesi yapmamasını hatırlattım. Ama Oktay Ekşi, Enis Berberoğlu, Neyyire Özkan ve Turgay Şeren'i bulamadım. Onlara vereceğim akılları daha sonra telefon veya faksla bildirmek üzere not defterime kaydettim.
Sanlı'nın odasının önünden geçerken,
‘‘Bu genç delikanlı kim?’’ diye sordum.
‘‘Yeni sayfa sekreterimiz. Çok yetenekli bir çocuk... Bir hafta önce işe başladı.’’
Delikanlı, beni karşısında görünce çok heyecanlandı.
‘‘Sizinle bir gün tanışmayı hep düşlemiştim. Bizler, sizin çizgileriniz ve fikirlerinizle büyüdük efendim...’’ gibisinden kibar laflar etti.
‘‘Şimdi sen ne yapıyorsun?’’
‘‘Verilen haberleri önem derecelerine göre bir estetik anlayışı içinde sayfaya yerleştiriyorum.’’
‘‘Bence sayfanın altına tek sütun koyduğun hamam böceklerinin çiftleşmesiyle ilgili haber, en az beş sütuna ve tepeye konmalı... Çünkü, hümın-ıntırest, yani okurların çok ilgileneceği bir haber. İntihar haberinin başlığı da yanlış!.. Ben olsam, 'Yavrusuyla ölüme atladı' yerine, 'Katil anne, yavrundan ne istedin!..' yazardım.’’ diye başlayıp yarım asırlık gazetecilik birikimimle çiçeği burnundaki sayfa sekreterine elimden geldiğince yardımcı oldum.
* * *
Barda Reha'ya rakıdan önce biraz yağlı peynir yemesini, Kanat'a polisiye roman yazarı Amerikalı Deşyıl Hemıt'ı anlamak için İngiliz Edgır Vallas'ı okumasını, Oya'ya da Ecevit'in nasıl yanlış yaptığını ve Demirel'den ileride nasıl muhteşem bir kazık yiyeceğini yazmasını öğütlerken genç sayfa sekreteri bir karış suratla yanımdan geçti. Oğlana selamım ve sevgi dolu sırıtışım havada kaldı. Çünkü, selam şöyle dursun yüzüme bile bakmadı. Vahap'a,
‘‘Ne oldu bu herife?’’ diye sordum.
‘‘Yaptığı sayfa yüzünden bu akşam üstü işine son verdiler.’’ dedi.
Gazeteden çıkınca yatmak için eve en yakın olan otele gittim. Otellerde gecelemek gibi bir adetim yoktur. Ama evin anahtarını yine öbür pantolonumda unutmuştum. Evde bana kapıyı açacak kimse yoktu ve olacağı da yoktu. Komşuya misafircilik dümeniyle uğradım. Ama saat gecenin 1'ine doğru kararmaması için soyulmuş kerevizleri limonlu suya atmalarını öğütlerken uykuları geldi. Aslında uykuları saat 11'de geldi ama ben 1'e kadar direndim.
Otelin resepsiyonundaki delikanlı,
‘‘Valiziniz olmadığı için oda ücretini peşin almamız gerekiyor’’ dedi. Para taşımak kötü bir huyum olmadığından, banka kredi kartımı çıkarıp verdim. Resepsiyoncu, kartı evirip çevirdi ve,
‘‘Bunun süresi geçeli 6 ay olmuş, size oda veremeyeceğim.’’ dedi. Sonra da acıyan bakışlarla yüzüme bakıp,
‘‘Ama izin verirsen sana bir akıl vereyim amca... Burada, lobideki koltuklardan birinde sabahlayabilirsin, dışarısı çok soğuk.’’ dedi. Ben de kaşlarımı çatıp kafamı dikleştirip, göğsümü şişirdim ve,
‘‘Benim kimsenin aklına ihtiyacım yok!..’’ dedim. Sonra da sert bir dönüş yapıp karlı gecenin ayazına doğru yürüdüm.
Paylaş