Paylaş
Ben neredeyim ve niçin buradayım?
Tramvay bir türlü gelmek bilmiyordu. Okula iyice gecikmiştim. İngilizceci Füruzan Hanım, Prezınt Pörfect ve Past Tens'ten yazılı yapacaktı. Biraz daha gecikirsem Üjbej Hakkı Bey beni okula sokmazdı. Bu tramvaylar da ne cehenneme gitmişti?.. Paraya kıyıp otobüse mi binseydim acaba? Tramvay, öğrenciye birinci mevki 5 kuruş, ikinci 3 kuruştu. Ama otobüste paso geçmiyordu. Adamdan tam 25 kuruş alıyorlardı. Füruzan Hanım, çok güzel bir kadındı ve beni çok severdi. Otobüse bindim şoför,
‘‘Biletin nerede?’’
dedi. Ben de ona,
‘‘Did ay go, did yu go, did hi, şi, it go.’’
dedim.
Önde oturan biri,
‘‘Bırak geçsin, baksana bu herif turist. Bu mübarek Ramazan gününde Türk'ün konukseverliğini gösterelim şu gâvura.’’
‘‘Ama bu inekler, Apo'yu koruyup bize vermiyorlar!..’’
‘‘Hakan, Yuventüs'e gidip çok gol atsaydı belki razı gelip verirlerdi.’’
Ben de,
‘‘Ay hev gon, yu hev gon, hi, şi, it hev gon.’’
diye söze karıştım. Şoför;
‘‘Geç bakalım mister, bu da bizden olsun.’’
dedi.
Bir delikanlı da,
‘‘Buyur otur beybaba.’’
diyerek yer verdi.
‘‘Vi vent, yu vent, dey vent.’’
*
Okula giden sokağın başındaki Yıldız Sineması yok olmuştu. Sinema olmayınca film afişleri ve fotoğrafları da yok olmuştu. Bu nedenle ben de Steyvırt Grencır'ın Mel Ferer'le kılıç oynadığı resimlere bakamamıştım. Belki de hepsi kaçmışlardı. Bugün, Beyoğlu Erkek Lisesi'nin kapısı da enden ve boydan epeyce küçülmüştü. Allah'tan kapıcı yerinde yoktu. İkinci kattaki 2-C sınıfına girip oturdum ama hocanın biri yanlışlıkla bizim sınıfa girmişti. Şimdi, Füruzan Hanım'ın ders saatiydi. Oysa, bu öğretmen tahtaya Tales teoremini çizmiş, açıları anlatıyordu. Üstelik, biraz da salakçaydı anlaşılan. Benim ne istediğimi sordu. Ne isteyebilirdim ki?.. İngilizce yazılısına geldiğimi söyledim. Sınıftaki arkadaşlar da çok güldüler. Ben, hiç gülmediğim halde hoca hademeyi çağırıp sadece beni sınıftan attırdı. Ben de onları müdür Çolak Şerif beye gidip şikâyet ettim. Çolak Şerif beyin kısa olan kolu uzamıştı ve artık çolak değildi. Saçları da çıkmıştı. Ama eskisi gibi yine iyi bir adamdı. Kendisi bu okula gelmeden çok uzun yıllar önce Füruzan hanım ve Çolak Şerif beyin vefat ettiklerini söyleyip beni okulun kapısına kadar geçirdi. Ben de ona,
‘‘Tenk yu Şerif bey, hev ay gon, hev yu gon?’’
dedim.
*
Evden aceleyle çıktığım için kahvaltı edememiştim. Her zaman gittiğimiz cadde üstündeki muhallebiciye girip bir tavuklu çorba istedim. Bana çorba bulunmadığını, sadece elbise ve kazak sattıklarını söylediler. Hatta, keşkül bile yokmuş. Ben de onlara,
‘‘Madem çorba ve keşkül satmayacaktınız ne halt etmeye muhallebici dükkânı açtınız’’ diye söylendim.
*
Galatasaray'da Muazzez'e rastladım. Yoksa adı Mualla mıydı? Hay Allah, isimleri hep unuturum. Ama mavi gözlerini hiç unutmamıştım.
‘‘Muazzez, senin adın neydi?’’
‘‘Adımı niye sordunuz?’’
‘‘Yoksa beni tanımadın mı Mualla?’’
‘‘Tanıyamadım.’’
‘‘Sana teessüf ederim. Geçen yılı hatırlasana... Hani Karadeniz'den Boğaz'a buzlar inmişti. Bir gece Alptekin pastanesine gitmiştik de, sonra Salacak bahçesinde akasyaların altında beni uzun uzun öpmüştün.’’
‘‘Yani, sabah sabah iş tutmak mı istiyorsun? Amma da hızlıymışsın beybaba!.. Zaten, piyasada sizin gibi eski toprak zampara artık kalmadı. Yalnız elini çabuk tutacaksın. İki saat sonra birine sözüm var. Otel, 10 milyon lira, 40 milyon da ben alırım.’’
‘‘Otele niye gidiyoruz?’’
‘‘Ne yani, sokakta mı yapacaktık? Sen sabah sabah benimle kafa mı buluyorsun?’’
‘‘Neyi yapacaktık?’’
Mükerrem birden çok kızdı.
‘‘Hastir moruk!..’’
deyip yürüdü gitti. Niye kızdığını bir türlü anlayamadım. Yoksa, adı Muzaffer miydi?..
*
Kulübenin önünde asılı gazetelere bakarken birden kafam aydınlandı. Sabahtan beri beynimdeki gri sisin içinde ne olduğunu anımsamaya çabalıyordum. Ben bir şey yapacaktım ama ne yapacaktım? Asılı olan Hürriyet gazetesini görünce ne yapacağımı hatırlamıştım. Ben, İngilizce sınavı için okula değil, karikatür çizmek için gazeteye gidecektim. Madem gazeteye gidecektim, Beyoğlu'nda ne arıyordum anlayamadım. Hemen park yerine koşup arabama atladım. Hayır, atlayamadım. Çünkü, arabamın şoför koltuğunda bir herif vardı. Kontağı çevirip motoru çalıştırıyordu. Yani, herif güpegündüz arabamı çalmaya çalışıyordu. Kapıyı açıp koluna yapıştım.
‘‘Çık lan arabamdan hırsız herif!..’’
‘‘Manyak mısın be, bırak kolumu!..’’
‘‘Yetişin arabamı çalıyorlar!..’’
‘‘Ciyaklama moruk, şimdi bir çarpacağım elimde kalacaksın. Sonra da al başına belayı!.. Bu araba nereden senin oluyormuş?’’
‘‘Ben 5 yıllık Honda'mı tanımaz mıyım be!..’’
‘‘Bir kere bunun markası Honda değil Ford... Üstelik 5 yıllık değil, bu yılın modeli.’’
‘‘Peki, bu benim arabam değilse benimki nerede?’’
‘‘Fesüphanallah!.. Ben ne bileyim, bıraktığın yeri hatırlamıyor musun?’’
‘‘Tabii hatırlıyorum. Mecidiyeköy'deki parka bıraktımdı.’’
‘‘Mecidiyeköy'deki arabanı Beyoğlu'nda mı arıyorsun? Eh, yaşındır.’’
‘‘Ne yani, şimdi sen bana bunak mı diyorsun?’’
‘‘Yok canım bunu da nereden çıkardın? Ben öyle bir laf etmedim.’’
‘‘Etseydin senin için kötü olurdu. Çünkü ben, yıllarca şey yaptımdı. Neydi onun adı yahu?’’
‘‘Neyin adı?’’
‘‘Hani iki adam ellerine eldivenler giyip birbirlerine yumruk atıyorlar.’’
‘‘Boks.’’
‘‘Hah, ben yıllarca boks yaptım. Benimle ona göre konuş!..’’
‘‘Bak, şurada Honda marka bir araba var, senin olabilir.’’
‘‘Sen kime yutturuyorsun? Benim arabam metalik... Bunun rengi mavi.’’
‘‘Belki de boyatmışsındır da hatırlamıyorsundur.’’
Ben arabamı boyatıp boyatmadığımı düşünürken herif gazlayıp gitti.
*
Asıl çıngar gazeteye gelince çıktı. Odamı yok etmişlerdi. Araya araya başım döndü bulamadım. Yazı İşleri Müdürü Fikret Ercan'ı aradım, onu da bulamadım. Tufan, Nurcan, Aydın, Erol Türegün de ortada yoktu. Yani, hiçbir yazı işleri müdürü işinin başında değildi. Bir gazete işte böyle batar!.. Ben de ağzıma ne geldiyse bir avaza bağırıp çağırdım. Sonra, beyaz saçlı bir adam beni kolumdan tutup odasına götürdü.
‘‘Sen eskiden de böyle patırtı çıkarırdın. Hiç değişmemişsin Oğuz'cuğum.’’
dedi.
Hakkı Devrim'i bir anda sesinden tanıdım.
‘‘Seni gördüğüme ne sevindim bilemezsin Hakkı'cığım.’’
‘‘Ben de öyle... Bir fırsat çıksa da görüşsek diyordum hep!..’’
‘‘Benim odamda ne işin var?’’
‘‘Burası senin değil benim odam.’’
‘‘Senin olamaz. Çünkü sen Hürriyet'te çalışmıyorsun.’’
‘‘Evet çalışmıyorum.’’
‘‘Öyleyse, çalışmadığın bir gazetede nasıl odan olabilirmiş?’’
‘‘Zaten burası Hürriyet gazetesi değil ki!..’’
‘‘Ya neresi?’’
‘‘Milliyet gazetesi.’’
‘‘Hoppala!.. Yani ben Hürriyet diye Milliyet'e mi geldim?’’
‘‘Öyle görünüyor. Ama üzülme, ben ne haltlar karıştırıyorum bilemezsin. İkide bir sekreterime, 'Bana Safa Kılıçlıoğlu beyi bağlayıver kızım' diyorum.’’
‘‘Eee, ne var bunda?’’
‘‘Ne varı var mı? Safa bey öleli en az 15 yıl oldu.’’
‘‘Neee, Safa bey öldü mü?’’
‘‘Cenazesinde seninle beraberdik ya.’’
Hakkı Devrim'le dostluğumuz 40 yıl önceye uzanırdı. Abdi İpekçi'yle beraber Babıali'nin cin gibi harika çocuklarıydılar. Gencecik yaşta gazete yayın yönetmenlikleri yapmışlardı. Aynı gazetelerde çalışmıştık. Zor ama güzel günlerdi. Hey gidi heyyy!.. Eskilerden konuşup hasret giderdikten sonra kalktım.
‘‘Ben artık gidip de karikatürümü çizeyim. Daha gazetelere bakamadım. Haberlerden neler var?’’
‘‘Hep bildiğin gibi Oğuz'cuğum... Yine İsmet Paşa'yla Menderes kapıştılar. İsmet Paşa, dün Meclis'te Menderes'e, 'Suçluların telaşı içindesiniz!.. Sizi ben bile kurtaramam!..' diye bağırmış.’’
Hakkı'nın yüzüne anlayış ve merhametle baktım. Menderes'in idam edildiğini, İnönü'nün vefat ettiğini, yerlerine Deniz Baykal ve Turgut Özal'ın geçtiklerini tabi söylemedim. Hakkı Devrim, benden biraz büyüktü. Acaba, Hakkı'nın yaşına gelince ben de böyle mi olacaktım? (İyi ama, Çiller'le Ecevit kimlerin yerine geçmişti? O sırada cumhurbaşkanı yine Demirel miydi?)
*
Akşam üstü eve döndüm. Kapıyı tanımadığım güzel bir kız açtı. Ben de işi bunaklığa vurup kıza sarıldım ve,
‘‘Merhaba Nahide'ciğim!..’’
diye şapır şupur bir güzel öptüm. Kız, kolumdan tutup beni başka bir eve götürdü. Başka evin kapısını eşim Tolga açtı. Yanımdaki genç kız,
‘‘Yine bizim eve geldi Tolga teyze, ben de yine size getirdim.’’
dedi.
Tolga, kıza teşekkür ederken, ben de paspasın üzerine yayılmış uyuyan Portakal'ın kuyruğuna keyifle bastım.
*
Okura not:
Bu yazı, 3-5 yıl sonra yazılması gereken bir yazıydı. Ama ben, hazır aklımın önemli bir kısmı başındayken ve elim ayağım tutarken şimdiden yazayım dedim.
İkinci not:
Hakkı Devrim'e de orasının Milliyet değil yeni Sabah Gazetesi olduğunu ve odamı boşaltması gerektiğini benim yüzüm tutmadığı için artık birisi söylemeli!.. Did yu andırstend?
Paylaş