Paylaş
Ama aslında bu sadece bir “yargı krizi” değil, “büyük İstanbul depremi” gibi, yıllardır beklenen “büyük rejim krizi”! Adını anmaktan kaçarak bir yere varacağımız yok, tam tersine, bir an önce adını telaffuz edelim ki, çıkış yolu arayabilelim.
“Demokratikleşme” diye işin içinden sıyrılmanın daha fazla imkânı yok. Zaten, rejime ilişkin temel sorunlarla yüzleşmeden demokratikleşmeye de imkan yok. Ancak rejimin sorunları ile yüzleşmenin yolu bu olmamalıydı.
REJİMİ YIKMAK
Doğrusu, ortada herhangi bir yüzleşmeyi göze alan da yok.
Mevcut sistemin hiçbir sorunu olmadığını düşünenler, yüzleşmenin kendisini rejimi yıkmak olarak algılıyor, yanaşmıyor. Diğerleri de, rejimi yıkma suçlamasından kaçmak için, sanki sıradan şeyler yaşıyormuşuz gibi davranarak, muazzam bir samimiyetsizlik yapıyor.
Bu koşullar altında ne asker sivil ilişkisini yeniden tanzim etmek ne yargı reformu yapmak ne de yeni ve daha demokratik bir anayasa yapmak mümkün olabilir. Bu koşullar altında, saman altından su yürütmeye çalışmak işleri daha da içinden çıkılmaz hale getiriyor.
Yıllardır, resmi ideolojinin laiklik ilkesinin, demokrasi açısından vazgeçilmez önemde olduğunu, fakat mevcut laiklik tanımının demokratik düzenlemeleri imkânsız hale getirdiğini söyler dururum. Konuyu bu noktada çözmezseniz, biri aklına esen her şeyi “irtica ile mücadele” diye tanımlayıp laiklik adına dayatmaya girişir, Anayasa Mahkemesi dahil bu dayatmanın parçası olur. Benzer şekilde, diğerleri de, güçlendikleri ölçüde “irtica ile mücadele”den bahseden kim varsa silip süpürmeye, işin içinden böyle çıkmaya çalışır.
Halihazırda durum budur. Mevcut sistemi sorunsuz görenler, sistemi sorgulanır hale getirecek diye demokratikleşmekten korkar. Sistemi baştan aşağı sorunlu görenler de, halihazırda yürütme erki ellerinde olduğu için, mevcut sistemin tüm antidemokratik uygulamalarını kendi doğrularını dayatmak için sonuna kadar kullanmaya girişir. Uzun boylu bir demokratikleşmeyi göze almak yerine, hızlı bir iktidar devrinin gereklerini yapmaya başlar. Yargı denetimini de, muhalefeti de, kamuoyu baskısını da, “ideolojik”, “siyasal”, “fitne” diye yaftalayıp, önlerine çıkan tüm engelleri en kısa ve en hızlı yoldan bertaraf etmeye çalışır.
Halihazırda olan budur.
Sandıktan çıkan toplumsal iradeye kuşkuyla bakanlar ile sandıktan çıkanın dışında hiçbir kural, ilke, kaide tanımayanlar arasındaki kavganın demokratikleşmeye gittiği hiçbir ülkede görülmemiştir. Zira iki anlayışın ikisinin de gerisinde otoriter siyasal bakışlar gün gibi sırıtır. Tüm kurumlar birbirine girer, kurumlar içinde bölünme kaotik düzeye ulaşır, toplum bir yandan kafa karışıklığı, diğer yandan kendince mevzilenme ihtiyacı içinde sıkı bir savruluşa girer.
KANDIRMAYIN
Son günlerde olan biteni, kimse, “HSYK nedir?”, “Adalet Bakanı’nın yetkisi nereye kadardır?” gibi sorular çerçevesinde anlamaya çalışmasın. Bırakın kurumların bağımsızlığını, hukukun kendisi bile bir noktadan sonra bağımsız bir zemin değildir.
Asgari müştereklerini yitirmiş bir toplumda, hiçbir kurum nasıl düzenlenirse düzenlensin bağımsız çalışamaz, “hukukun gereği” falan yapılamaz. Boşu boşuna kimse kendini ve/veya kamuoyunu kandırmaya çalışmasın.
Türkiye’nin halihazırdaki durumu budur.
Paylaş