Paylaş
Amerikan romantik, müzikal komedi drama dizisi. Rachel Bloom ve Aline Brosh McKenna’nın eseri. Rachel aynı zamanda başrolde.
Uzun zamandır, bu kadar bayıla bayıla izlediğim bir dizi olmamıştı. Müzikal olmasından olabilir.
Beni çocukluğuma götürüyor.
Canım bir diziye müzikler yazmak istedi. Gülse seninle mi yapsak?
Şarkıların güzelliği, komikliği, konunun absürtlüğü.
Hayata, ‘saçmalayabilirsiniz, serbest!’ parantezi açan her şeyi seviyorum ben.
Korkusuzca. Eleştirilmekten, ayıplanmaktan, dışlanmaktan, küçük düşmekten korkmadan yapılan her şey, bana güç veriyor.
Yüreğime kan gidiyor, yürekleniyorum. Beynimdeki korku filmi bölgesini kapıyor.
‘Boşver ya, gül eğlen, hayat zaten gel geç bir şey, fazla da ciddiye alma’ diyor.
Bu dizi bende bu etkileri yaptı işte. Hafifletti her şeyi.
Çocukken izlediğim ‘Friends’ dizisi gibi. ‘Simpsonlar’ gibi.
‘Tanıyorum ya ben bunları, sen daha dur bu daha ne saçmalayacak, ne gülünç duruma düşecek’ dediğimiz türden can dostlar yaratıyor.
Herkesi kusurlarıyla bağrına basıyorsun.
Kendine bunu yapabileni, zaten kimse tutamıyor hayatta.
Hani yasaktı
İki yaşından önce telefon kullandırmayın yasağı kalktı!
Biz içimizi mi dinliyoruz, Amerikan Pediatri Akademisi’ni (American Academy Of Pediatrics) mi?
Tabii ki, Amerikan Pediatri Akademisi’ni.
Cep telefonunu ve içindekileri elimize tutuşturan Silikon Vadisi’ndeki anne babalar bile yazı yayınlamıştı: “Aman sakın ha telefonu çocuklara vermeyin, onlar koşsun oynasın, çamurdan heykel yapsın, sincap kovalasın” demişlerdi.
“Özellikle iki yaş öncesi sakın”dı hani?
Şimdi laflarını geri almışlarmış, hatta 6 aylık bebek bile, ananesiyle Skype’ta ‘ce-e’ oynadığında iyi duygular göstermiş filan.
Ya ben iki yıldır, Aziz Arif beni bile ceple görmesin diye (çünkü siz Amerikalılar bir de, dediğin değil yaptığın önemli demiştiniz diye, ben de cepsiz bir hayatım varmış gibi davranıyordum), yakalandığımda telefonumu kızgın tavalara fırlatayım, şimdi de hop fikrinizi değiştirin!
En son tereyağında kalbimi fena kırmıştınız.
Hiç unutmam o günü...
Yıllarca tereyağ yerine kokonat’ıydı, badem’iydi, susam’ıydı yağını çıkartayım diye uğraşırken, bir sabah Time dergisinin kapağında ‘tereyağ aklandı’ yazısını okumuştum. Kızarmış ekmeğin üzerine sürülen ve henüz tamamen erimesine fırsat bile verilmeden mideye indirilen o tereyağlı günlere hasretle dönüp bakmıştım.
Nostaljiye fazla mahal vermeden, aynen o günlere geri döndüm tabi.
Neyse, şimdi diyorlar ki kendi iç sesimden bile çok dinlediğim Amerikalı uzmanlar: Canım biraz telefonla oynasın. Ama öyle her şeye değil ve herkesle değil. Susam sokağı, pbs gibi şeylere bakın. Tamam bakalım. Vallahi iyi oldu. Çocuğunu, hâlâ at arabasına bindiren romanlardaki Rus köylüler gibi davranıyordum. Artık o da küçük parmaklarıyla, şöyle fiyakalı ekran kaydırmalar yapar...
Kitap kulübü
Ha, bu hafta bir de kafamda şu konu var:
Bir kitap kulübü kurmak istiyorum. Evet. Çok istiyorum hem de.
Neler okuduğumu merak ediyorsunuz, sık sık soruyorsunuz.
Hep beraber aynı kitabı okur tartışırız, ne dersiniz?
Online sohbet ederiz, kulübümüz büyüdüğünde, çiçekli şapkalarımızla bir yerde buluşur, kahve içerek, ‘hadi canım ben senin dediğini hiç de çıkarmadım bu kitaptan’ deriz...
Bunun için, beni seven kitap kurtlarına ihtiyacım var.
Beni sevenlere her zaman ihtiyacım var ayrı.
Onu da ayrı kulüp yaparız, yan kapıdan ona da geçer isteyen...
Şaka bir yana. Bu işe varım, kurarım, Facebook’tan yönetirim, bayıla bayıla ekibin parçası olurum diyen varsa, bana Instagram’dan @niltakipte, ya da buradaki mail adresimden ulaşabilirler.
Saka kuşu
Bugünlerde, Donna Tartt’ın “Saka Kuşu”nu okuyorum. 13 yaşında bir oğlan geldi, göğsüme yerleşti. Bu çok seyrek olur ama oldu. Bu mucizeyi mümkün olduğunca uzun tutmak, onun saçlarının kokusunu, huyunu suyunu biraz daha içime çekebilmek için yavaştan alıyorum. Salinger’ın “Holden”ından beri hiç bir oğlan beni kelimelerle esir almamıştı. İşte böyle bu hafta dolu dolu geçti anlayacağınız.
Paylaş