Paylaş
Kendine anlattığını yaşıyormuşsun.
Bunu düşündüğümde sabah saatleriydi. Bursa’ya doğru yoldaydım.
Emin olduğumda ise, Bursa’da akşamüstüydü.
Uludağ’da bir pistte, ayağıma snowboard takmış kayıyordum.
Bir yandan dağın eteklerinde çocuk gibi neşeleniyor, korkumla şakalaşıyordum.
Diyordum ki korkuma, dilimin ucundasın. Korkmuyorum desem yok oluyorsun.
Korkuyorum dersem devleşiyorsun. Beni düşürüyorsun. Küçültüyorsun. Alaşağı ediyorsun beni.
Demek düşüncem neyse, başıma gelen o.
Karışık gibi geldi önce bu düşünce.
Halbuki bir bulut kadar basitti. Hayatım bunun ispatlarıyla doluydu.
Ben de başka cümleler kurmaya başladım. Dedim ki, ben burayı çok sevdim. Bu dağ bana kucak açtı.
Bir çocuk gibi neşeyle kayıyorum. Hızlanmaktan korkmuyorum, tam tersi beni özgürleştiriyor sanki her kilometre.
Keşke sabah akşam burada bu beyazlıkta kaysam. Güneş tepemde. Sessiz. Kendi bedenimle baş başa.
Düşünceler uçmuş. Buharlaşmış gitmiş. Bir karlı dağ kalmış, bir güneş bir ben.
Kendime hikayeyi böyle anlattıkça, bu dağın bir hoşuna gitti, daha da eğlendirdi beni. Güneş bir başka parladı.
Karlar, “buyur” dedi “sen bırak kendini bize.”
Hepimiz yeni yazdığım hikayenin başrolü oluverdik.
“Yaşamaktan önce, anlatmak geliyor” dedim. Hak verdiler. Onlar olmak halindeydiler, benim ona yolum çoktu.
Korku dediğin tozdu. Üfledim uçtu.
Sonra baktım anlattığımı yaşıyorum, her şeyi kendi hoşuma giden şekilde anlatmaya devam ettim.
Olayları olmadan yorumlamaya başladım. Deliriyor muydum? Tam tersi akıllanmıştım.
Asıl deli, hayatı önce yaşayıp sonra anlatandı.
Buna emindim ama çıkıp ortaya herkese anlatacak değildim. Bunun farkına varan varırdı.
Varmayan başka bir hayata kadar bekleyecekti. Herkes her şeyden nasibini alamazdı.
Elindeki fasulye tanelerini hazine gören vardı, altınlarını küf gören vardı.
Yaşanan gözündeydi yaşayanın.
Ben bunları düşünürken akşam oldu. Ateş yakmışlardı. Gittim ellerimi ısıttım.
O sırada da kimseye bahsetmedim bu yeni sıralamadan. İçimi bir sevinç kaplamıştı.
Gelecek başıma gelmeden önce, ben ona çaya gidiyor bir sohbet ediyordum.
“Ben geleceğim, sen çayı koy, keki fırına at” diyordum. O da şaşkın, dediklerimi yapıyordu.
Kapısını şimdiden gelenler pek çalmazdı. Korkarlardı karanlık koridorundan.
Sonra bu keşfimi yazmaya karar verdim.
En azından okuyanlar bilsindi. Hayat öyle başımıza gelen tesadüfi olaylar zinciri değildi.
Hayat bizim anlattığımız şeyi dinleyip, koşa koşa canlandıran bir yönetmendi.
Bu durumda ne anlattığın her şeyden önce gelir ve her şeyin sonucu olurdu.
“Tesadüf hiç mi yok” diyeceksiniz. “Anlatmadan da bir sürü şey oluyor” diyeceksiniz.
Peki, size sorarım, çoğunlukla beklentinizi yaşamadınız mı?
Ben genellikle beklediğim otobüse binip gittim.
Beni bıraktığı yere de arada sitem ettim. Saçmaymış.
Çoğu şey ben öyle düşündüm diye bana öyle görünmüş.
Ve ben Bursa’da dağda kayarken anladım tüm bunları.
Paylaş