Paylaş
Melody Gardot’u yıllar önce Uludağ’daki bir otelin restoranında çalmışlardı. Sonra sesini hiç ayırmamıştım yanımdan. Kim olduğunu, nereli olduğunu, yaşını, hikâyesini bilmiyordum. Kapakta gözlüklü, Anastasia’ya benzeyen bir kadın vardı.
Oydu işte. Mühim değildi. Norah Jones’un pansuman yapan sesine bir yenisini eklemenin mutluluğuyla doluydum.
Bu kadın içimi ısıtıyor, yumuşacık elleriyle saçlarımı okşuyor, “Her şey yoluna girecek merak etme” diyordu. Neşesini sesinde tınlatıyordu.
Ses. Bir şarkıcının sesi, onunla ilgili ne kadar bilgi veriyor aslında. Nasıl biri olduğu. Nasıl sevdiği. Nasıl kızdığı. Eski bir ruh mu, yeni bir ruh mu olduğu. Samimi olup olmadığı. Çalışkan olup olmadığı. Sadece kendisi gibi olup olmadığı. Ve tabii ki, kelimelere yüklediği iklim. Bu konuda sizinle sonsuza kadar konuşmak isterim...
* * *
Bazen insan, olduğu yere inanamıyor. Görmüyor. Sanki bir kâğıdı kıvırıp boru yapmış, onu dürbün gibi gözüne tutmuş kadar daralıyor bakış açısı. Ben o Alman Konsolosluğu’nun yaz bahçesinde buna izin vermedim. Deli bir rüzgâr geziniyordu üstümüzde. Omuzlarımıza üflüyordu. Deli gibi koşuyordu, bahçedeki ağaçların arasında.
O an, düşüncelerin beni oradan götürmesine izin veremezdim. Vermedim de. Konsolosluk binasının her bir kıvrımını ezbere koyuldum.
Bembeyazdı. Tepede küçük bir kulesi mi vardı? Hayatımda gördüğüm en romantik yer miydi? Ne yer ne içerdi? Neler yaşanmıştı? Kimlerden kalmıştı? Konsolos nasıl biriydi?
O ışığı yanan odada gezinenler kimdi?..
Aslında bunlar önemli değildi. Önemli olan Melody Gardot’un sesi, birazdan o rüzgârla el ele tutuşup koşup oynamaya başlayınca olacak olanlardı. Fazla gelecekti. Artık annemizin dediği gibi, yediğimiz kadarını yiyip gerisini hayatın fazlalığına bırakacaktık.
Hayat bazen fazla güzeldi. Ve evet bazen Twitter’da da birinin bana yazdığı gibi, hayat bazen bana güzeldi.
* * *
Melody Gardot, tahmin ettiğim gibi insandan öte bir şey çıktı. Sesiyle oturmuş oyun oynuyordu. Her türlü duyguyu biliyordu. Sesinin paletinde tınlamamış duygu kalmamıştı. Peki bu 28 yaşında nasıl mümkün olabilirdi? Demek genç görünümlü bir yaşlı ruh, demek hayata yokluklardan geçerek başlamış...
Demek şu demek bu derken, tahmin yürütmeyi bıraktım. Okudum hayatını. Güzel kadınlığına, güzel insanlığı; güzel insanlığına piyano gitar çalıp muhteşem şarkı söylemeyi; nüktedanlığı; en önemlisi tevazuyu ekleyip kendini yapmıştı. Budist’ti. Makrobiyotik aşçı olduğunu da öğrenince, yok daha fazla renk katamayacağım yeter bu kadarı derken...
* * *
Onu burkan hikâyesi çıktı ortaya... O bahçede gözlerim dolu telefonumun ekranına bakakaldım. Demek yanı başında duran baston ondandı. Demek güneş gözlüklerini ondan çıkarmıyordu.
Demek flaşlı flaşsız fotoğrafını ondan çekemiyorduk.
Yıllar önce bir gün, Philadelphia’da bisikletle giderken kırmızı ışıkta durmayan bir araba çarpıyor ona. Tam bir sene hastanede yatıyor. Omurilik ve beyninde hasarlar oluyor. Müzikle tamir ediyor kendini. Yeniden hatırlamayı öğretiyor kendine.
Müzik ne büyük ilaç en iyi o bilir herhalde.
* * *
Ve bugüne geliyor. Büyük bir savaşçı olarak geçtiği yollardan bahsetmeksizin.
Bir gün İstanbul’da bir konsolosun bahçesinde dans edip şarkı söylemeye, büyülemeye karar vermiş.
Ant içmiş.
Hele: “Sevgili konsolos, şimdi ben buradaki insanlardan sizin şu güzel çimlerinize basa basa dans etmelerini istesem bana çok kızar mısınız?” demesi yok mu... Bizim bunu duyar duymaz o çimlere koşup dans edişimiz var ya...
Paylaş