Terapistler hemen seni elinden tutup ona götürür, “konuşun aranızda anlaşın” derler.
Fotoğraflardan, sana hem komşunun çocuğu kadar uzak hem de aynadaki çillerin kadar yakın gelen bu çocukla bir çeşit kovalamaca oynarsın.
Bazen sen kaçarsın o kovalar, bazen sen kovalarsın o kaçar.
Onu hatırlamak için gözlerimi kısarım bazen, o zamanlarda bile flu kalır bir kısmı.
Bir çocukla konuşmak kadar zordur onunla konuşmak. Konuları kısa keser. Oynamak ister.
Anlatmaya geçmek için büyümek gerekir.
Londra’da bir taksideydim telefon çaldığında.
“İchi-go, ichi-e”, “Bir sefer, bir buluşma” demekmiş.
Çay seremonileri için kullandıkları bu cümle, her buluşmanın biricik bir buluşma olduğunu anlatıyor. Japonların çay seremonisine bu kadar önem vermelerinin sebebi, o çayın tadının ve toplanan o insanların varlığının tadına ancak tek sefer bakabilecek oluşu. Japonya’ya gittiğimde Kyoto’da bir çay seremonisine katılmıştım.
Her şeyin bu kadar sakin bir ritüelle, uzun uzun, seni her saniye orada olmaya davet ederek yapılışı beni çok etkilemişti.
Zamanın geçişini, sanki tenlerinde bizden daha çok hissediyorlar.
Kiraz çiçeklerinin açtığı o bir haftanın kıymetini bilirken hüznünü de hissetmek, onların diline çok güzel kavramlar sokmuş.
Mesela “Mono no aware” de bunlardan biri.
Bir şeyin geçiciliğinden duyulan hüzün ama bu hüzün aynı zamanda bir mutlulukla beraber hissedilmesi için orada.
Geçiciliğin hüznü, yaşananı benzersiz kıldığı için aynı zamanda bir mutluluk sebebi. Dil bazen bir şeyi anlatmaya uzanmıyor.
Dünya o kadar mı hızlı dönüyor gerçekten?
Başımız dönmeden nasıl duruyoruz öyleyse biz?
Fakında mısınız, kapkaranlık bir uzay boşluğunda deli gibi dönen, üzeri suyla kaplı mavi bir topun üzerindeyiz?
Güneş batarken bunları düşündüm.
Göğün aydınlık ve karanlık olduğu zamanlar kalkıp işe gidiyor, yatıp uyuyor ama aslında çok hızlı döndüğü için üzerine yapışmak durumunda kaldığımız, güneşe deli divane bir kürenin üzerinde durduğumuzu düşünmüyoruz.
“Her şey dönüyor” dedi oğlum. Ay da kendi ekseninde dönüyor muydu, unutmuşum.
Baktım, o da dönüyormuş evet.
Otururum ve ne yazacağımı bilemem o gün.
Halbuki benim aklım hep meşgul çalar.
Kalbim taşar durur.
Hep kolayca güleceğim ve dokunsanız ağlayacağım bir şey olur.
Coğrafyamda geniş vadiler uzanır.
Üzerinde bulutların tepsi gibi durduğu koca koca dağlar ve birden açarak çiçekleri şaşırtan bir güneş olur.
Bir kadının potansiyeline ulaşabilmesi için, ekonomik bağımsızlığı (tek taşımı kendim aldım) ve kendine ait bir alanı olması gerekirdi.
Çağlar boyu eğitimden ve toplumsal hayattan uzak tutulmaları, onları finansal olarak erkeklere bağımlı hale getirmişti.
Ayrıca seslerini duyuracak, fikirlerini söyleyecek yasal güçleri de olmamıştı.
Halbuki bir kadının yazabilmesi için, bağımsız olması şarttı.
Woolf, bunu 1929’da yazdı. Neredeyse 100 yıl önce.
Bugün ülkemde, kadınların bırak eğitim ve yaşam alanı, kendine ait bir nefesi bile kalmaması beni çok üzüyor.
Duyduğumuz hikayeler uzak diyarların acı dolu hikayeleri değil, yanı başımızda.
Başkalarını rahatsız ettiğini, çocuğuna hâkim olamadığını düşündüklerini düşünüyor.
Çocuğu bağırdıkça, o da içinde sağır edici bir çaresizliğe hapsoluyor.
Derken onu tuvalete götürmenin en azından sesi uzaklaştıracağını düşünüyor.
Çocuğunu koridorda zar zor tuvalete kadar götürüyor. Tuvalet dolu! O sırada yere çöküyor kadın, ellerini kalbine koyuyor.
İçindeki ve dışındaki bütün o sağır edici seslere rağmen, bir 10 saniye kendisiyle konuşuyor.
Diyor ki: Çok zor bir anın içindesin. Üzgünüm. Güçsüz ve çaresiz hissediyorsun. Göreceksin geçecek. Seni çok ama çok seviyorum...
Bu cümleler onu sakinleştiriyor. Çocuğu onun sakinliğiyle sakinleşmeye başlıyor.
Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, yapıyorsunuz!
Yapıyoruz, yapıyorlar.
İstediğimiz çoğu şeyi yapmadığımız gibi, istemediğimiz çoğu şeyi de yapıyoruz.
Neden böyleyiz?
Neden ayaklarımız çapraz yürüyoruz bazen?
Ayıp olmasın, öyle durmasın, şöyle görünmeyeyim, şu hissi uyandırayım diye.
Yani ait olmadığımız anları yaşamak için.
Siz kendinize söylediniz mi?
Eşe dosta söylediniz mi?
Cümle insanın içini acıtıyor.
Geçmişte çok zaman geçiren ne çok insan var.
Geçmişi, Atlas’ın sırtında gökyüzünü düşmesin diye tutması gibi, sırtında tutanlar.
Geçmiş kamburları. Geçmiş hamalları. Geçmiş hurdacıları. Hepimizde var.
Bırakamadığımız eller.
Kalkamadığımız koltuklar.