Nedir bu karşımıza çıkıp duranlar ve neden karşımıza çıkıyorlar?
Biz onlar karşımıza çıksın diye başvuruyoruz aslında.
Aramalarımız artık parmak izimiz gibi bizi ele veriyor.
“Ne yersen osun” vardı. Şimdi de “Ne aradıysan osun” var.
Hepimiz çok iyi biliyoruz artık aradıklarımızın peşimize takıldığını.
Eskiden “Karşıma çıktı” başka bir şeydi, sokakta filan karşına bir tanıdık çıktığında söylerdin.
Şimdiyse, her gün dilimizdeki bu cümlede bir gizli özne olduğu gibi (ben, çünkü benim aradıklarımın beni bulması bu), bir de gizli özür var.
Kendimize de, çocuklara da, başkalarına da hikayeler anlatmaz olduk.
Halbuki biz de, onlar da hayata başlamadan hikayesini duyardık.
Kaf dağını, ekmek kırıntılarını yiyen kuşları ve gezegeninde yapayalnız bir prensi dinleyip, hayatın parçalarını birleştirmeye çalışırdık.
Şimdiyse cepteki ‘story’ (hikaye) çok başka bir şeyin adı.
Yakınma yazısı değil bu yalnız. Niye yakınayım?
Hayat burada, ben de şahidiyim.
İçinde kendime yakınmadığım bir köşe elbet bulurum.
Benim bahsetmek istediğim kendi hikayemiz.
Cümlemi bitirdiğimde, gözlerimin dolduğunu ve onların da gözlerinin dolduğunu fark edip, durdum.
Bazen bir cümle nasıl gözlerden yaş taşırıveriyor?
Kelimeler nasıl bu kadar güçlü?
Kalbe nasıl ellerini sokuveriyor kelimeler?
Kimi zaman acıtmaya, kimi zaman affetmeye, kimi zaman özlemeye…
“Onu olduğu gibi görebilmek istiyorum.
Kim olduğunu kaçırmamak. Kendimle, hakkında denilenlerle, korkularım ve endişelerimle karıştırmadan.
Terapistler hemen seni elinden tutup ona götürür, “konuşun aranızda anlaşın” derler.
Fotoğraflardan, sana hem komşunun çocuğu kadar uzak hem de aynadaki çillerin kadar yakın gelen bu çocukla bir çeşit kovalamaca oynarsın.
Bazen sen kaçarsın o kovalar, bazen sen kovalarsın o kaçar.
Onu hatırlamak için gözlerimi kısarım bazen, o zamanlarda bile flu kalır bir kısmı.
Bir çocukla konuşmak kadar zordur onunla konuşmak. Konuları kısa keser. Oynamak ister.
Anlatmaya geçmek için büyümek gerekir.
Londra’da bir taksideydim telefon çaldığında.
“İchi-go, ichi-e”, “Bir sefer, bir buluşma” demekmiş.
Çay seremonileri için kullandıkları bu cümle, her buluşmanın biricik bir buluşma olduğunu anlatıyor. Japonların çay seremonisine bu kadar önem vermelerinin sebebi, o çayın tadının ve toplanan o insanların varlığının tadına ancak tek sefer bakabilecek oluşu. Japonya’ya gittiğimde Kyoto’da bir çay seremonisine katılmıştım.
Her şeyin bu kadar sakin bir ritüelle, uzun uzun, seni her saniye orada olmaya davet ederek yapılışı beni çok etkilemişti.
Zamanın geçişini, sanki tenlerinde bizden daha çok hissediyorlar.
Kiraz çiçeklerinin açtığı o bir haftanın kıymetini bilirken hüznünü de hissetmek, onların diline çok güzel kavramlar sokmuş.
Mesela “Mono no aware” de bunlardan biri.
Bir şeyin geçiciliğinden duyulan hüzün ama bu hüzün aynı zamanda bir mutlulukla beraber hissedilmesi için orada.
Geçiciliğin hüznü, yaşananı benzersiz kıldığı için aynı zamanda bir mutluluk sebebi. Dil bazen bir şeyi anlatmaya uzanmıyor.
Dünya o kadar mı hızlı dönüyor gerçekten?
Başımız dönmeden nasıl duruyoruz öyleyse biz?
Fakında mısınız, kapkaranlık bir uzay boşluğunda deli gibi dönen, üzeri suyla kaplı mavi bir topun üzerindeyiz?
Güneş batarken bunları düşündüm.
Göğün aydınlık ve karanlık olduğu zamanlar kalkıp işe gidiyor, yatıp uyuyor ama aslında çok hızlı döndüğü için üzerine yapışmak durumunda kaldığımız, güneşe deli divane bir kürenin üzerinde durduğumuzu düşünmüyoruz.
“Her şey dönüyor” dedi oğlum. Ay da kendi ekseninde dönüyor muydu, unutmuşum.
Baktım, o da dönüyormuş evet.
Otururum ve ne yazacağımı bilemem o gün.
Halbuki benim aklım hep meşgul çalar.
Kalbim taşar durur.
Hep kolayca güleceğim ve dokunsanız ağlayacağım bir şey olur.
Coğrafyamda geniş vadiler uzanır.
Üzerinde bulutların tepsi gibi durduğu koca koca dağlar ve birden açarak çiçekleri şaşırtan bir güneş olur.
Bir kadının potansiyeline ulaşabilmesi için, ekonomik bağımsızlığı (tek taşımı kendim aldım) ve kendine ait bir alanı olması gerekirdi.
Çağlar boyu eğitimden ve toplumsal hayattan uzak tutulmaları, onları finansal olarak erkeklere bağımlı hale getirmişti.
Ayrıca seslerini duyuracak, fikirlerini söyleyecek yasal güçleri de olmamıştı.
Halbuki bir kadının yazabilmesi için, bağımsız olması şarttı.
Woolf, bunu 1929’da yazdı. Neredeyse 100 yıl önce.
Bugün ülkemde, kadınların bırak eğitim ve yaşam alanı, kendine ait bir nefesi bile kalmaması beni çok üzüyor.
Duyduğumuz hikayeler uzak diyarların acı dolu hikayeleri değil, yanı başımızda.