-Ya Rasulullah! Müsaade buyur, Süheyl’in ön dişlerini sökeyim de dili dışarı sarksın! Bundan sonra hiçbir zaman ve hiçbir yerde Sen’in ve İslam’ın aleyhinde hutbe irad edemesin! Dedi. Allah Rasulü (sav) her zamanki sakinliği ve sevecenliğiyle:
-Bırak onu ey Ömer! Ben ona böyle bir zarar veremem. Şayet bunu yapacak olursam, peygamber olmama rağmen Allah’da aynısını bana yapar. Acele etme, gün gelir o, senin methedip hoşlanacağın bir makamda konuşma yapar ve seni sevindirir, buyurdu. (İbn Hişam)
Hz. Süheyl (ra) Allah Rasulü’nün haber verdiği gibi zamanı gelince önemli bir misyon yüklendi. Konuşmasını zamanı gelince yaptı. Efendimizin (sav) vefatı üzerine yer yer irtidad (dinden dönüş) hareketlerinin görüldüğü, Mekke’nin çalkalandığı, genç vali Attab b. Esid’in korkup gizlendiği bir kaos döneminde, Hz. Süheyl (ra), Kabe’nin yanında kalkıp şöyle konuştu:
“Muhammed (sav) kimin ilahı ise, bilsin ki O vefat etmiştir. Allah ise, Hayy’dır ve hiç ölmez! Ey Kureyş cemaati! Sizler, Müslüman olanların en sonuncusu oldunuz, bari irtidad edenlerin ilki olmayın! Vallahi ben iyi biliyorum ki bu din, güneşle ayın doğuşu ve batışı devam ettikçe ayakta kalacaktır. Şu kendinizden olan kişi, sakın sizi aldatmasın! Muhakkak ki, benim bu iş hakkında bildiklerimi o da biliyor, fakat kendisinin Haşimoğulları’na olan kıskançlığı sadrını kaplamış, daraltmaktadır!
Ey insanlar! Ben Kureyş’lilerin mal bakımından en zenginiyim. Siz emirinizi büyük tanıyınız! Ona zekâtlarınızı ödeyiniz! Eğer İslam, sonuna kadar devam etmezse, ben sizin vermiş olduğunuz zekâtları geri ödemeyi tekeffül ediyorum! Dedi ve göz yaşlarına hakim olamayarak ağladı.”
Süheyl (ra) hutbesini bitirdiğinde insanlar yatışmıştı.
Hz. Ömer (ra) Hz. Sühey (ra)’ın bu konuşmasını işittiğinde, Allah Rasulü’nün sözünü hatırladı ve:
“Sen’in Allah’ın Rasulü olduğuna bir kez daha şehadet ederim Ya Rasulullah!”dedi ve gözleri doldu.
Yabancıya karşı gösterdiğimiz sevecenliği, yerli insanımıza gösteremiyoruz. Ruh dünyamızın arka bahçesine kazdığımız siperlerden birbirimizin açığını, gediğini, eksiğini, tökezlenmesini gözetleyip duruyoruz: Bir düşse de çiğneyip geçsem. Hatta ezip külünü sağa-sola savursam. Kollarımızı sıvazlamış böylece bekliyoruz.
Siyaset dünyamız üslubunu ağırlaştırıyor, medyamızda birçok yazar burnundan kıl aldırmıyor, ilahiyatçılarımız ufak bir fetva çevresinde tozu dumana katıyor, sokaktaki insanımız birbirine -yakın tanıdığı olmazsa- Allah’ın selamını bile çok görüyor. Zengin fakirin farkında değil istisnalar kaideyi bozmuyor tabii ki. -Fakir sürekli serzenişte bulunuyor, onlar da çok haksız sayılmaz.-
Bu yazımızda, hoşgörüsüzlüğün medya basamağından birazcık olsun bahsetmek istiyorum.
Geçenlerde medyamızın iki değerli yazarının umreye gidecekleri duyuruldu. Benim için güzel bir haber.
Oraları gören ve iyi bilen bir insan olarak bu iki kardeşimizin oralardan manen faydalanarak, bilgilenerek döneceğini düşündüğüm için hoş bir haber olarak karşıladım.
İçimizden kimse O’nu görmemişti. Aradık ama bulamadık. Merak etmeye başladık. Acaba nereye gitmişti. Ben, Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer üç ayrı yöne gittik. Sonunda Hz. Peygamber’i ben buldum. O (sav) Medineli bir sahabenin bahçesindeydi. Cüppemi toparlayıp bahçenin ortasına fırladım. Dikkat ettim. Tek başınaydı. Yanına yanaştım. Beni görünce: “Nereden geliyorsun Ebu Hirr (kediciğin babası)” diye sordu. Ben: Ey Allah’ın Resulü seni bulamadık. Merak ettik. Her birimiz bir yöne dağıldık, Medine sizi arıyor ey Allah’ın Resulü, dedim. Resulullah (sav) döndü ve bana şöyle buyurdu: “Ebu Hureyre insanlara dön ve onlara şunu duyur: Kim Allah’tan başka ilah olmadığına ve benim O’nun peygamberi olduğuma ihlaslı bir şekilde kalbiyle iman ederse cennete girer.” (Müslim, İman, 10 hd: 31-52)
Peygamberimizin verdiği müjdeyi duyan Ebu Hureyre (ra) bahçeden fırlayarak çıktı. Halka bu müjdeyi verebilmek için Medine’ye doğru süratle koşuyordu. Birazdan yolda Hz. Ömer (ra) ile karşılaştı. Ebu Hureyre (ra), Hz. Peygamberi (sav) bir bahçede bulduğunu ve ondan önemli bir müjde aldığını söyleyince Hz. Ömer (ra) müjdeyi sorgulamaya başladı. Ebu Hureyre (ra) ‘Allah’ın bir olduğunu ve Hz. Muhammed (sav)’in O’nun Resulü olduğunu kalbiyle söyleyen kişi cennette olur’ müjdesiydi cevabını verdi.
Bunu duyan Hz. Ömer (ra): Git, Hz. Peygambere (sav) şöyle söyle; Ey Allah’ın elçisi, Ömer insanların bu sözü işitince tembelliğe düşeceğinden korkuyor. Bu müjdeyi saklasak olmaz mı, diye soruyor. Bunu üzerine geri döndüler. Ebu Hureyre (ra) arkasında Hz. Ömer (ra) olduğu halde Hz. Peygamberin huzuruna ulaştılar. Hz. Ebu Hureyre (ra) birazda ağlamaklı bir sesle Peygamberimize Hz. Ömer’in onu geri çevirdiğini, müjdeyi halka ulaştırmasına engel olduğunu anlatmaya çalıştı. Hz. Peygamber (sav) arkadaki Hz. Ömer’e bakıp: “Nedir bu hal Ömer! Neden engel oldun?” diye sorunca, Hz. Ömer kendini şöyle savundu: “Ey Allah’ın Resulü! İnsanlar bu müjdeyi duyarlarsa buna güvenip rahatlarlar. Ben bundan korktum. Bırakınız ibadet yapmaya devam etsinler. Ey Allah’ın Elçisi, benim söylemeye çalıştığım budur işte.” Hz. Peygamber (sav) biraz duraksadı, tebessüm etti ve sonra usulca şöyle fısıldadı: “Peki, bırakın ibadet etsinler.”
Bu tavrıyla Hz. Peygamber (sav) Hz. Ömer’in endişesine kısmen hak veriyor ve müjdeyi bir an için erteliyordu. Bu müjde farklı kanallardan yine de bize ulaştı. Bu bilgiyi aldık ve kabul ettik. Bu olaydaki Hz. Ömer’in sertliğinin sebebi Müslümanların ‘daha ihtiyatlı’ davranmaları endişesidir. Halkın özdeyişiyle her yiğidin yoğurt yiyişi başkadır. Hz. Ebu Bekir daha orta çizgide. Hz. Ömer; “Ben yokuş olmazsa yürüyüşü sevmem. Sağımda çakmasa, şimşeği sevmem” diyen bir karakter. İslami davetin tabir yerindeyse ‘şahinlerinden’. Hz. Peygamber (sav) ise her zamanki gibi mutedil olanı.
Ama bir nokta var ki, bütün çizgiler orada kesişiyor: Oda ‘iman’ konusudur. Allah’ın birliğine, ortağının olmadığına ve Hz. Muhammed (sav)’in O’nun elçisi olduğuna iman etmek. Burası işin kırmızı çizgisi. Burada tolerans yok. İman meselesi pazarlık konusu edilemiyor. Ameldeki yetersizlik, eksiklik, azlık-çokluk, bütün bunlar olabilir şeylerdir. Ama iman olmak koşuluyla. İman olmayınca bunların hiçbirinin kıymeti yok. İmansız bir amel -ibadet- veya iyilik Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle ahirette havaya saçıp savrulacak, yani bir sonuç devşiremeyecektir. Günahlar, ibadetten uzaklık, hatalar, bütün bunlar ne kadar çok olursa olsun kişiyi İslam’ın dışına çıkarmıyor. Müslüman kimliğini kaybettirmiyor. Bir kişi defalarca zina etse de, namazdan tamamen uzaklaşsa da yaptıklarını meşru saymadıkça- Müslümandır, tevhit ehlidir.
Fakat diyelim ki her an elinde tespih olsa yüzlerce kez hacca gitse, alnı secdeden kalkmasa bütün bunların yanı başında imanın bu iki temelinden birini ret ederse, çizginin dışına taşmış olur. İslamı terk etmiş olur. Büyük günahlar kişiyi dinden çıkarmaz ama asi ve günahkâr yapar. Günah ne kadar büyük olursa olsun.
Hz. Peygamberin (sav) dostu Ebu Hureyre’nin (ra) kulağına fısıldadığı işte bu noktaydı.
Evet, Allah’ın birliğine ve Hz. Muhammed (sav)’in O’nun son elçisi olduğuna iman etmek ahiretteki kurtuluş için yeterlidir. Bu prensibe iman eden kişi ebedi azaptan kurtulur. Ama manen ve vicdanen ben cenneti ve kurtuluşu doyasıya hak ettim diyebilecek mi? Bunun cevabını sizlere bırakıyorum.
Berât Kandili’ni. Yaz mevsiminin ve tatilin verdiği rehavetten sıyrılıp manevi bir atmosfere girebilmek için önemli bir istasyondur bu kandil. Bir istasyonda durmadan, eksiklikleri tamamlamadan yola devam etmeyelim derim.
Büyük âlimler berât gecesini çekirdeğe benzetmektedir. Bir yıla ait bütün hayat programının şifrelerinin yükletildiği cip ‘çip’e benzer bu kandil. Çünkü bu gecenin beş önemli özelliği vardır.
1)- Bütün hikmetli işler bu gece planlanır
2)- Bu gece yapılan ibadetler diğer vakitlere göre kat kat sevaplı olur.
3)- Bu gece inen ilahi rahmet bütün kainatı kuşatır.
4)- Allah’ın affı ve bağışlayacağı bu gece daha cömert olarak her tarafa yansır.
5)- Sevgili Peygamberimize bu gece tam bir şefaat yetkisi verilmiştir.
Razı’nın verdiği bilgiye göre;