Yüzsüzler ülkesinde yüz naklinin sanata katkısı

URFA-Göbeklitepe’de bulunan ve 11 bin 600 yıl öncesine ait olan heykel çalındı biliyorsunuz...

Haberin Devamı

Kazıyı yapan Alman heyeti, paha biçilemeyecek bir esere 150 bin lira tazminat ödeyerek paçasını kurtarırken, Anadolu mirası bir parça daha kirli eller aracılığı ile dolaylı yoldan satın alınmış oldu. Bu rezalet, medyamızda bel altı bir Beyoğlu magazini kadar yer bulmadı ama Fatih Çekirge, günlerdir köşesinden hem kayba feryat hem de çözüme aracılık ediyor.

Konuya âdet yerini bulsun diye yaklaşılmadığı o kadar belli ki, Urfa Belediye Başkanı Ahmet Fakıbaba’nın yakınmasına varıncaya kadar resmedilmiş. Başkan, “Fatih Bey, içimiz yanıyor. Nasıl çaldırdık o heykeli? İnsanlığın bize verdiği bir nimettir Göbeklitepe... Allah’ın bir lütfudur. Ama kıymetini bilemiyoruz. Oradaki köylü kardeşlerimiz nasıl korusunlar? Benim elimden bir şey gelmiyor. Çok üzülüyorum. İçime ateş düşüyor...” diyormuş.
Buraya kadar tamam... Ama gözlerden kaçan bir tuhaflığa dikkat çekmek hakkımdır sanıyorum. Yazarın soracağı soruları yazara sormak, okuyucuyu (en hafif tabiriyle) hafife almak değildir de nedir? Okuduklarımızdan, özetle, ülkemizdeki kazıların önemli bir bölümünün savsaklandığını, kazı alanlarındaki güvenliğin sağlanamadığını (bir daha ve bir daha) öğreniyoruz. Yazılarda, kimilerine “fantazi” gibi gelebilecek başka bir ayrıntı daha var ki, ben asıl onun üzerinde durmak istiyorum.

Haberin Devamı

Kendisiyle yapılan telefon görüşmesinde, Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, ilginç ve teşekküre değer bir cümle kullanmış: “Göbeklitepe’de ilk heykel bulundu. Baktık 3 gün sonra çalındı dediler. Gittim dedim ki; eğer o heykeli bulduğunuzu bilseysim, geceleri üzerinde yatardım. Siz nasıl çaldırdınız?” Bu iddia, bu taahhüt ve bu soru önemlidir! En azından, doğru soru doğru muhataba sorulmuş ve sorarken de “bir işin nasıl yapılamadığını, yapılamayacağını” tarife meraklı yöneticilerimize, çözüme ilişkin samimi bir ipucu verilmiştir. Evet; arkeolojik bulgulara “çanak-çömlek” gözüyle bakmıyorsa eğer, emanetin teslim edildiği “ehil”den beklenen, gerekirse oraya gidip geceleri üzerinde yatmasıdır.

Bakan olmasını bir yana bırakınız, binlerce yıllık arkeolojiyle harmanlanmış ve Bergama-Zeus sunağını kaptırmış acılı Ege coğrafyasının orta yerinden, İzmir’den seçilmiş bir milletvekilimizin, (bana abartılı gelmeyen) –bunu da mı akıl edemediniz?- tavrı, işini tutkuyla yapamayan insanların “mazeretsever” kültürünü tuzla buz etmeye yeter.

Haberin Devamı

Ayrıca, “bu üzerinde yatma” yakıştırmasını ilk ortaya atan da Sayın Bakan değildir zaten. Âsar-ı Atîka Nizamnamesi’ni çıkartmış olan Osman Hamdi Bey’in, “Sayda-İskender lahdinin, Sultan tarafından İstanbul’u ziyarete gelen Alman İmparatoru II. Wilhelm’e hediye edileceği dedikodusu” üzerine, “O lahdin içine girer, kendimi öldürürüm. Her kim lahdi alırsa benim cesedimi de alır” dediğini biliyoruz.

Bu kadar çok çelişkiyi aynı anda yaşamak nasıl da yorucu? Osman Hamdi Bey, gelenekle ters düşerek, Osmanlı’da en çok insan ve portre çalışmış ressamdır. Ölümünden yüz küsur sene sonra, günlerdir manşetlerden düşmeyen “yüz nakli”ne kayıveriyor insanın aklı da “hayırlı oldu” diyorum; günümüzde yaşasaydı, “Yüzsüzler ülkesinde portre çalışmakta zorlanırdı kuşkusuz” diye düşünürken...


 

Yazarın Tüm Yazıları