Paylaş
“İzmir’in butik potansiyeli” hakkında geçen cuma günü yazdığım yazıya çok olumlu tepkiler aldım. Önemli bir grup okuyucu, “Butik İbadethâne” cümlesine takılmıştı ve lâfın arkasını soruyordu. O konuyu biraz demlenmeye bıraktım. Ama “şimdilik ne kastettiğimi yazmıyor olmam, neleri kastetmediğimi anlatmama” engel değil. “Bu kuşağın, sözcüklerin müziğine duyarlı olmadıklarını düşünüyorum bazen. En güzel sözcük dokusunu gördüklerinde bile, ondan algıladıkları -sanat duyusu-, telefon rehberine baktıklarında algıladıklarından pek farklı değildir” diyordu Bernard Shaw. Bu “evrensel” lâfı ettiğinde, takvim yaprakları 19. Yüzyıl’dan 20. Yüzyıl’a henüz dönüyordu...
Sanat duyusunun algısına yönelik en zengin fırsatlardan biri, ülkemizde günde beş kez, bir şekilde ulaşır kulağınıza. ”Ezân-ı Muhammedî”, İslam dininde namaz vaktinin geldiğini insanlara bildirmek için 622’den beri yapılan (ve hem sözcüklerin müziğini hem de müzik cümlelerini zarafetle yorumlayan) estetik davetin adıdır; ezanı okuyan kişiye de “müezzin” denir. Ben kendimi bildim bileli ezan okuyanlar, kaba çizgileriyle “iyi ve kötü okuyanlar” olarak ikiye ayrılır. Gerçi, 1980’lerde kaybettiğimiz Abdülbakî Gölpınarlı, “Daüssılâ-i Mâzi” adını verdiği notlarında bu konuya değinmişti ve “Ezan, artık inanana ‘Aziz Allah’ dedirtmiyor... Adamı ürkütüyor ‘Lâ Havle...’ dedirtiyor” diye yakınıyordu ama son birkaç senedir, bu zarif tasnif, vaziyeti açık-seçik anlatamamaya başladı. Tehlike ciddi şekilde büyüdü ve iş, (iyi niyetli bir tahminle uydurduğum) “stajyer müezzin”ler eliyle örneğin benim mahallemde, “dinden imândan çıkartmak” noktasına kadar geldi.
Üstâd Tuğrul İnançer’in eskiye ait anlattığı bir örnek, “din görevlisi yetiştirmek” konusundaki “beceriksiz telâşımızın” resmini gözler önüne koyuyor: “Meşhur Kazasker (devrin Şeyhü’l-İslamlıktan sonraki en yüksek ilmî rütbesi) Mustafa İzzet Efendi merhûm, biraz da dervişlerin o cezbe haliyle, kendine mahsus halleri olan bir zât-ı şerîf. Ramazanlarda cami cami dolaşırmış. Buralarda küçük çocuklar Kur’an-ı Kerîm öğreniyorlar. Bazılarının önüne bir kese altın koyar ve ‘Evladım, sen bu işi bırak, git kunduracı mı olacaksın, marangoz mu olacaksın, ne olacaksan ol. Senin bu sesin, bu işi yapmak için müsait değil. Al, bu da senin tahsil paran’ der, ona yol gösterirmiş. Bir kısmının da hocasının önüne bir kese altın koyup, ‘Hoca, senin bütün geçimin bana ait. Bu çocuğun üzerinde dur, ona mûsikî öğret, kıraat öğret. Bu adamdan iyi bir hâfız, iyi bir mûsikîşinas olur’ dermiş.”
Vakit geldiğinde, bir minarenin diğerini bastırmak gayretiyle ettiği feryadı, bir an için yok sayın. Bir kısmının diğerlerini, “Bremen Mızıkacıları” gibi dinlenemez hale getirdiği ses karmaşasını bir yana bırakın. Teknolojiyi bu işin içine sokup berbât eden zihniyeti de görmezden gelin. Sadece, benzer bir pervasızlığa verilmiş gülümseten bir tepkiyi Şeyh Sadi-i Şirazî’nin cümleleriyle anlatıp, bitirelim: “Seyahat ettiğim şehirlerden birinde, bir gün minarede ezan okuyan birini gördüm. Sesi o kadar bed idi ki, Istahr Kalesi’nin dibinde bağırsa kale yıkılırdı. Ezanı bitirdikten sonra ona sordum: ‘Kardeş sen bu ezanı kaça okuyorsun?’ Cevap verdi: ‘O ne biçim söz, ben Allah rızası için okuyorum’. Ben de ona, ‘Öyleyse Allah aşkına okuma!’ dedim.” Cami cami dolaşmaya gerek yok! Geçimi milletin vergileriyle sağlananlar, olan bitene biraz kulak kabartsalar, Ramazan’da iki kat sevap kazanacaklar gibi geliyor bana...
Paylaş