Paylaş
Birbirimizi hayli yadırgamıştık. Kendisine verdiğim cevabı, “Schumann Quartet”in konser kitapçığında, görünce, “ne yazdığını anlayanlar için, sen yine de yaz” dedi iç sesim. Bir röportajlarında sarf ettikleri cümle, benim sanat yazılarımdaki üslûbumu tarif ediyordu adeta: “...Bir eser, asıl anlamına, ancak canlı performans sırasında, gelişerek ulaşır. Gerçekte yaşanan budur! Çünkü neler olacağını biz dahi bilmiyoruz. Sahneye çıktığın zaman, tüm taklit ve esinlenmeler silinip gider ve birden kendine karşı dürüst olmaya başlarsın...”
Smyrna Agorası’nın kadim nefesinde (...gökyüzünde anlaşılmaz bir heybet varken, direkler yalnızlıktan çatırdıyorken, yasaklanmışken hayaller, şairler saf saf dolaşıp tenhalarında şiir söylerken, Genco Erkal’ın 4 yıla kadar hapsi isteniyorken...) yeniden duyduk ki, “sanatta ‘an’ vardır”. Eser aynı olabilir; aynı sanatçılar çalabilir... Ama “an” değişmiştir. İşte bu sebeple, her konser öncekinden ve sonrakinden başkadır. Hattâ, Attilâ İlhan’ın dediği gibi “an gelir...” Zamfir’in cümlesine döner mevsim; “bitmiş bir konser” dediğin, belki de “son konser”dir.
Aslında, İzmir Kültür Sanat ve Eğitim Vakfı (İKSEV), İzmirli sanatseverleri (her yıl) sadece, (dünya sanat medyasında) “Lamı cimi yok... Schumann Quartet dünyanın en iyi kuartetlerinden biri ve yaylı çalgılar konusunda günümüzün kesinlikle en heyecan verici kuartetlerinden biri...” diye anılmakta olan sanatçılarla zirvelere taşımıyor. Uluslararası İzmir Festivali şemsiyesi altında; “görünür görünmez” bir misyonu daha gerçekleştirerek, kent kimliğinin genetik şifresi farklı ve “unutulmuş ya da gölgede kalmış” (...Meryemana Evi, St. Policarp Kilisesi, Bayraklı Ören Yeri, Metropolis, Bergama Asklepion’u, Sığacık Kalesi, Ayavukla Kilisesi, İzmir Sigara Fabrikası, Abacıoğlu, Kızlarağası gibi...) renklerini de, “sanatı ağırlayan mekânlar”a dönüştürüyor. Bu sebeple, “Schumann Quartet”in, Tokyo’daki Suntory Hall’a davet edilmesinin dışında; Kuzey Amerika ve Asya turnelerine devam ederken, Almanya, İsviçre ve Hollanda’daki festivallerde dinleyicisiyle buluşmaya, Londra, Zürih, Madrid, Hamburg ve Berlin gibi büyük müzikal metropollerde sahne almaya hazırlanırken, soprano Katharina Konradi ile birlikte Barselona ve Madrid’de gerçekleştirileceği iki özel program, yine yakın geleceğin dikkat çeken etkinlikleri arasında yer alırken, bu genç topluluğun, hele pandemik bir süreçte İzmir Agorası’nda soluklanması, İzmirliler için, “an’ın kıymeti” adına, ayaklarına kadar getirilen, hatırı sayılır bir armağan olmuştur umudundayım... En yaşlısı (?!) 1982 doğumlu olan sanatçıların canlı bir performansına, Agora’daki izleyicilerden kaç kişi, bir daha tesadüf edebilecek bilmiyorum? Ama sanat izleyicileri, müziğin küreselleşen danteline de hızla alışmak zorunda. Sahnede, Alman müzik geleneğini, Rumen-Japon bir ebeveynin melez müzikalitesini ve Estonya steplerinin rüzgârını taşıyan bir kuartet vardı. Hattâ konser akşamı, sanatın “yeni normal”i, (rugan ayakkabı, smokin pantolonu ve bisiklet yaka fanilayı birlikte kullanarak) “esas olanı, yani müziği” vitrinleyip, oda müziğinin vitrin muhafazakârlığına sahneden dil bile çıkarttı diyebilirim.
Çocukluklarından beri birlikte çalan üç kardeş Mark, Erik ve Ken Schumann’a 2012 yılında, viyola sanatçısı Liisa Randalu da katılmış. Müzisyenlerin, kelimeler olmadan iletişim kurduklarını, dinleyici de hissedebiliyor... Öyle ki, o “kelimesiz dil”, icranın “oracıkta icat edilmiş, -sadece özgün değil- üstelik doğaçlama dil”i oluveriyor. 24 Ağustos akşamı da, işte bunları yaşadık. 90 dakika boyunca, özellikle Beethoven’ın Yaylı Çalgılar Dörtlüsü “La Malinconia” ve 14 Numaralı Yaylı Kuarteti’nde, topluluğun virtüözitesine şapka çıkarttık.
27 Ağustos 2021 Cuma akşamı, dünyanın sayılı 4 el piyano ikililerinden Ricardo Vieira ve Tomohiro Hatta’dan oluşan “MusicOrba”yı izleyebilirsem, sizlerle paylaşmaya çalışacağım...
Paylaş