Paylaş
SOSYAL medyada, elden ele dolaşan “27 kentin kuşbakışı görüntüleri”ne ben de göz attım. Bazıları “Incredible–İnanılmaz” nitelemesini hak edecek kadar nefes kesiyor. İçlerinde New York da var. Ve tabii ister istemez, insanın aklına Manhattan düşüyor. Bölgenin ismi, bir Kızılderili kabilesi olan “Lenape” dilinde “birçok tepeden oluşan ada” anlamındaki Man-hata’dan geliyormuş. Hattâ bazı ajanslar, Manhattan’ın mental ve fizikî kalbine 11 Eylül’de yapılan saldırıyı, bu geçmişe göndermede bulunup, faciayı, “yerlilerin âhı tuttu” diyerek yorumlamıştı. Bu ayrıntı hangi çağrışımları tetikliyor? Söyleyelim: New York’un finans ve ticaret bölgesi olan ve bugün tepelerinin yerinde yeller esen “Manhattan”a benzemesi planlanan İzmir-Bayraklı’daki yeni kent merkezindeki dikey yapılaşma, öyle ya da böyle bir şekle girmeye başladı. Bölgenin 5 bin yıl önceki ilk sakinleri Luwi’lerin (Lejej’ler) âhını sahiplenerek, dönen tekere (tekrar tekrar) bir çomak sokan çıkmazsa, niyet bu sefer tamama erecek gibi. Ben projeye karşı filân değilim. Sadece “kayıtsızım”. Dilerim hayrını görür İzmir... Ama hâkim rüzgârla yelkenlerimi doldurup, “çok şükür, 3 vakte kadar İzmir’in de bir ‘Manhattan’ı olacak” dememi beklemeyin sakın. Çünkü ben, “resmin karşısındaki paradigma”ya takılmış demode bir adamım ve “Manhattan, bir İzmir’i olması için neler vermezdi?” yollu merakımı fikretmeye devam edeceğim.
Çağın hastalığı: “sıradanlık”
SANAL dünya büyüdükçe, gerçekler değer kaybediyor... Görmediğini “yok”, gördüğünü de “var” sanıyor insanlık... Devekuşu gibi yani. Geçenlerde bir usta, “Günümüzün yazarları, tragedyasını yazabilecekleri bir burjuva bulamıyorlar. Bu nedenle gazetelerin magazin sayfalarında gezinen yeni zenginler, zamanımızın mülk sahipleri, artık bir tragedyanın değil, sıradan bir trajedinin kahramanı bile değildirler; olamıyorlar” diyordu. Sıradanın el üstünde tutulduğu, gayret ve emek mahsulü olanın ise horlandığı bir düzende “birbirinin aynı-gibi olmak hali”, “suya sabuna dokunmayaların mutlu koalisyonu”na dönüşüveriyor. “Gibi”lerin prim yaptığı bir toplumda insanlar, sadece sanal ellerde kıymet ifade eden ve adı “tükenmez” de olsa, bal tükenecek olan uyduruk kalemlere benziyorlar.
Kızıl kahverengi bakkamağacından yapılmış bir dolmakaleme sahip olanlar ise, oldukça koyu renkli bir ağaç olan “bakkam”ın, çok sert ve dayanıklı olduğunu, renginde ve dokusundaki doğal farklılıkların, “bu ağaçtan yapılan her dolmakalemin bir eşinin daha olmadığı” anlamına geldiğini ve ahşap işçiliği yönünden çalışılması ve var edilmesi çok zahmetli olmasına rağmen, ellerinde hâlâ gözde ve aranan bir sanat eseri estetiği taşıdıklarını bilmekle yetiniyorlar.
HAZIR kalem sembolizmasına takılmışken, kurşunkalemin de hakkını teslim etmeden bitirmeyelim; www.fabercastell.com sitesine şöyle bir göz atıyoruz: “İnce bir grafit ucu, ağaçtan bir gövdenin içine yerleştirme fikri birkaç yüzyıllık geçmişe sahiptir... Atalarım, 1761 yılında bir kurşunkalem fabrikası kurduklarında da yeni bir fikir değildi bu. Ama, 1839’da aile şirketinin başına geçen büyük büyük büyükbabam Baron Lothar von Faber, kurşunkalemi gerçekten kaliteli bir ürüne ve dünyanın ilk markalı yazım aracına dönüştüren kişiydi...” Bu uvertürden de anlaşılıyor ki, “sıradan muamelesi yaptığımız kurşunkalem”, hatırı sayılır bir geleneğe sahiptir. İcadından hemen hemen dört yüzyıl sonra, hâlâ dünyanın belki de en fazla kullanılan yazım aracıdır. Aslında hâlâ bir efsanedir... Örneğin, biri hakkında olumlu şeyler söylerken, (olduğundan daha sade ve mütevazı görünmekte ustadır) yerine, “Kurşunkalem gibi adamdır” diyebilirsiniz; hepsi o kadar... Öneriyorum!
Paylaş