Paylaş
“...Manisa’da bir öğretmen, 50 yaşına yaklaşan Cuma Toygar, derse kulağında küpe ile girmek istiyordu... Valilik bundan hoşlanmadı ve ceza verdi. Dava açıldı; Manisa İdare Mahkemesi, dava konusu işlemi, ‘...disiplin cezasında, sebep yönüyle hukuka uygunluk bulunmamaktadır’ gerekçesiyle iptal etti. Valilik kararı temyize taşıdı. Danıştay geçen hafta iptal kararını onadı...” Ve “ecdad” diye yüksek perdeden söylenenlerin (en az anayasal özgürlükler kadar) tarihten de habersiz olduklarını bir kez daha gösteren bu süreç bakın beni aldı nerelere götürdü?
Örneğin, öyle anlaşılıyor ki böyle bir cezayı vermeyi kendileri adına “hak” görenler, “Türkmenler arasında küpe takmanın yaygın olduğunu, meselâ Otlukbeli’nde Fatih Sultan Mehmed ile savaşan Akkoyunlu Türkmenleri’nden küpe takanlar bulunduğunu...”; ‘Mengüç’ (ya da mengüş) denilen küpenin eski bir Türk/Oğuz geleneği olduğunu, tiginlerin bile kulaklarına taktığını”; “Anadolu’da özellikle Bektaşî geleneğinde küpenin büyük önem taşıdığını, mücerred olacak dervişin kulağına ‘terk’ (nimetlerden vazgeçme) ve ‘tecrit’ (dünyadan soyutlanma) simgesi olarak ‘mengüş’ (teslimiyet halkası) takıldığını, nefsine yenik düşen dervişlerin küpelerinin kopartıldığını ve ‘eski kulağı kesik’ tabirinin aslında nefsine yenik düşmüş dervişi kastetdiğini” bilmiyorlardı.
Öte yandan, (tarihçiler üzerinde pek uzlaşamasalar da); “...Yavuz’un kulağına taktığı küpenin, Mısır Seferi zamanına dayandığını iddia eden bazı araştırmacılar olduğundan; “Bazı tarihçilerin, İslam hukukunda Sünnî mezhebi için erkeklere caiz olmayan küpeyi ilk Osmanlı Halifesi Yavuz Sultan Selim’in takmasına ihtimal bile vermediği”nden; “Başka bir görüşün ise, bunun özellikle İslamî bir gönderme olduğunu savunarak, iddianın gerisini, ‘Yavuz, Kahire Camii’ne girdiğinde Kahireliler ona Hâkimü’l-haremeyn (Mekke ve Medine’nin hâkimi) sıfatını verirler ama o bu sıfatı kabul etmez ve ‘Ben olsam olsam Hâdimü’l-haremeyn (Mekke ve Medine’nin hademesi) olabilirim’ diyerek, kulağına bu işareti, hademelerin taktığı küpeyi takar” diye bağladığından habersiz görünüyorlardı.
Yine Sultan’ın Mısır Seferi’ne dayandırılan bir diğer görüşün, “kulaklarında küpesi olan insanları görüp, ‘Bu insanlar neden küpe takıyor?’ sorusuna aldığı ‘Köle (kul) oldukları için’ cevabı üzerine, ‘Biz de Allah’ın kuluyuz!’ diyerek küpe takmaya başladığı...” iddiasını dillendirdiğinin; bu konuda en radikal fikre sahip bazı tarihçilerin ise, meşhur küpeli resmin aslında Şah İsmail’e ait olduğu”nu söylediklerinin farkında bile değillerdi.
Bana göre, “bilmiyor” olmaları, “habersiz” görünmeleri ya da “farkındalık” bahsinde çuvallamaları sadece yukarıda da yazdığım gibi, “mezhep gözlüğü”nün, 21. Yüzyıl’da, baktığı yerde gördüğü, “bilinçaltı bir takıntı”nın sonucudur. “Yaşam tarzına müdahale” eksenindeki bu “nefsine hâkim olamama tavrı”, bir tek köşeli soruyla ayıplanmalıdır: “Sana ne?”
Tarih, “takıntı”ların, “getirdiği gibi götürdüğü” örneklerle doludur. Demek ki, sadece köprüye adını vermekle olmuyor; son tahlilde, Yavuz’un, Selimî mahlası ile yazdığı şiirinde ne dediğini de anlamak gerekiyor: “Merdüm-i dîdeme bilmem ne füsûn etti felek? / Giryemi kıldı hûn, eşkimi füzûn etti felek / Şîrler pençe-i kahrımdan olurken lerzân / Beni bir gözleri âhûya zebûn etti felek...” (Bilmem ki gözlerime nasıl bir büyü yaptı felek? / Gözümü kan içinde bırakıp, aşkımı artırdı felek / Arslanlar pençemin korkusundan titrerken / Beni bir gözleri ahû karşısında güçsüz düşürdü felek...)
Aslolan “aşk”tır... Nefret ve şüphe, hep sahibini yok eder. Yukarıdaki dizelerin şairi olan Sultan’ın, Eylül 1520’de, Arslan Pençesi (Şîrpençe) denilen bir çıban yüzünden henüz 49 yaşında iken vefat etmiş olması da tarihin garip cilvelerinden bir olsa gerek... Aşk olsun!
Paylaş