Paylaş
Yani “bis” üstüne gevezelik ederek... Ama olabiliyormuş!
Aslında, Mozart ve Haydn’ın yorumlandığı, “dinleyicilerin, sanatçılar tarafından yükseklere sürüklendiği”, “flüt”ün, “nefesler tutularak” dinlendiği saatlerdi.
2008 yapımı “Stefano Conia” bir “viyola” ile
1776 yılı, “Lorenzo Storioni yapımı - keman”
ve 1740 yapımı, “Petrus Guarneri - Viyolonsel”in
“3 yay” ile can bulduğu bir dakikalardı.
Böyle bir geceyi, Astor Piazzolla’nın “Oblivion”u üzerinden tarife başlamak,
ünlü tangonun, “zirvedeki hüzünü aşka,
zirvedeki aşkı hüzüne” çeviren “dokunaklı sadeliği”ne rağmen,
okuyucu tarafından yadırganabilir; hiç şaşırmam.
Dahası, bazı sanatseverlerin, bu girişi hafif bulması bile mümkündür, olsun...
Kendimi mazûr gösterecek “çokça” sebebim var çünkü…
Çünkü, öyle bir çırpıda tercüme edilemiyor “Oblivion...” “Unutma(k)” desen, tam değil! “Unutulma” diyenler ise, mutlaka “farkında olmama ve kayıtsızlık” hallerini de ekliyor çeviriye... “Bile bile, aldırış etmeden davranmak, ama aldırış etmiyor gibi değil de, sanki unutmuş ya da farkında değilmiş, biraz da umursamıyormuş” gibi yapmak zenginliğinde buluşulsa dahi, “affetmek” de var, büyük resmin içinde biraz. Leylâ Hanım’ın, “Seven odur ki sever, sevmemezlikten gelir / Sevilen odur ki bilir, bilmemezlikten gelir...” demesi gibi adetâ. Hayli karışık yani... Aslında sanatçılar, bocalayanlar için, bütün akşam, aynı basit soruyu sorup durdular. Sıradan algı ve bilincin, sözcük takıntısıyla olan kavgasına hayret eder bir halde ve “müzikle anlatmak varken, neden araya sözcükler girmeli ki?” der gibiydiler.
Sanat, işte böyle evrensel bir şey! Sahnede Anıl Acun Kıvrak (Flüt), (ve Borusan Quartet’ten çok iyi tanıdığımız) Esen Kıvrak (Keman), Efdal Altun (Viyola), Çağ Erçağ (Viyolonsel)... Boşlukta “Bandeneon” esintili Piazzola, “Serenade” tadında Dohnanyi, “Trio için” Schubert ve imgeleminizde Leylâ Hanım...
Mart ayının son günü, böylesine bir şölene davetliydik... Buca Belediyesi Kültür ve Sanat Merkezi’nin, Efdal Altun’un cümlesiyle, “Oda müziği için biçilmiş kaftan” dediği salonunda, “Bir Nefes Üç Yay” kompozisyonundan, “gösterişsizliğin iddiasına gizlenmiş, seçkin bir repertuvar” dinledik. Teknik becerinin, rüşt ispatını çoktan geçmiş ve sıradanlığa ulaşmış kalitesinden başka, “yazılan” müzikle “çalınan” müzik arasındaki belirgin “paradigma” farkını ıskalamak, mümkün değildi... Sanatçıların, küçülen dünyanın müzik gündeminde, geçen her gün büyüyen izlerini düşününce, “biz bize” sıcaklığındaki konserin, İzmir’de “sık tekrarlanabilecek bir buluşma” olmadığını da hemen fark ediyordunuz. “Ben oradaydım...” diye hatırlanacak ve anlatılacak bir akşamdı. Betimleyebileceğim kadarını, dilim döndüğünce özetlemeye çalıştım. Bu büyülü 2 saati kaçıranlar için, nispetle karışık bir teselli cümlesi kurarak bitirelim. Madem ki, konser “Oblivion” ile kanatlandı, “sofistike harmoniye sahip bu aşk hikâyesi, dinleyicinin ruhunu istilâ eder” diyenlerin yalancısı olmak işime geliyor elbet. Çünkü, o dinleyici de “istilâ bahsi”nde, kendi kozunu oynadı! Değerli sanatçılarımızın, “dinmeyen alkışlar” karşısında, “bile bile, aldırış etmiyormuş gibi davranmak, hattâ aldırış etmiyor gibi değil de sanki unutmuş ya da farkında değilmiş, biraz da umursamıyormuş” gibi yapamayacağından emin olarak ayrıldık salondan.
Paylaş