90’lı yılların sonuna doğru psikolojik bilimlerde bir devrim yaşandı. Bu devrimle birlikte bilimsel kategori olarak duygular da ele alınmaya başladı. Daha önce duygu konusu şairlerin, sanatçıların, manevi değerlere önem veren kişilerin konusu olarak görülüyordu. Duygu bilimsel kategori değil diye biliniyordu. Çünkü kanıt yoktu. 90’lı yıllarda kanıt çıktı ortaya. Ve bu çıkan kanıtları da yazılı kitap haline getirip Amerika’da yayınlayan Antonio Damasio isimli Portekiz kökenli bir sinir bilimci oldu.
Nörobilimci Antonio Damasio, bu konuyla ilgili olarak “Descartes’ in Yanılgısı” isimli bir kitap yazdı. Descartes ne diyordu? ‘Düşünüyorum o halde varım. Her şey akıldır. Aklın dışındaki diğer şeyler bilim alanı dışındadır.’ Aydınlanma çağı pozitivizm böyle başladı. Bu keşif pozitif bilimi de değiştiren bir keşif oldu. Pozitivizmde ne vardır? Kanıt dediğin zaman somut şeyler vardır. Deney ve gözlem somut şeylerdir. Ama şu anda bu somut alanın içerisine duygular da girdi.
Duygularla ilgili iki vaka örneği
Duygularla ilgili zaman zaman vurguladığım Gage ve Elliot vakaları var. Bu olgular literatüre girmiş. Birincisi 1850’lerdeki Gage vakası. Bu yetenekli demir ustası bir gün feci bir kaza geçiriyor. Amerikan Demir Kol Vakası olarak da tarihe geçen olayda 110 santimlik demir çubuk gözünden giriyor, beynin ön bölgesine saplanıp kalıyor. Demiri çıkarıyorlar ancak beynin ön bölgesi hasar alıyor. Gage’te bir süre sonra davranış değişiklikleri ortaya çıkıyor. Daha önce titiz ve dikkatli olan kişi gitmiş yerine savruk, işini aksatan, kendi kendine konuşan, saçma hareketler yapan, sorumluluk duygusu kaybolan biri gelmiş. Yani sadece duyguları değil, kişiliği de değişmiş. Yani beynin ön bölgesi duygularımızı da düzenliyor. Bu bölge hasar aldığında duygular da davranışlar da değişiyor.
Fırtınada dallar kırılsa da sonrasında doğa kendini yenileyerek yeniden canlanıyor. Pandemi sonrası için de olumlu noktalara odaklanalım. Biz bir ekosistem içinde yaşıyoruz. Bu sistemin içinden güzel izler bırakarak geçelim, gidelim.
Covid-19 artık pandemi değil, trajedidir
Birey, toplum, insanlık ve bilim dünyası olarak nasıl bir pozisyon almamız gerektiğini düşünmemiz gerekiyor. Covid-19 şu anda artık pandemi değil trajedidir. İnsanları psikolojik olarak müthiş örseledi. Bu örselenmenin arkasında aynı zamanda yıkıcı inovasyon denilen bazı etkiler ortaya çıkıyor. Fırtınadan sonra dallar kırılıyor, bazı şeyler yıkılıyor ama ondan sonra doğa yeniden fışkırıyor, yeniden canlanıyor.
Pandemi sonrasında yeniliklere odaklanalım
Pandemi, sonrasında da yeni şeyler ortaya çıkartacak. Biz bunlara odaklanalım. Bize bundan sonra hayatın sunacağı değişik muhteşemlikler olacak. Olumsuza odaklanmamalıyız. Olumsuza odaklanırsak hayatta hep böyle kendini tekrarlayan, karamsar insanlar oluruz ama yaşanan sorunları olumlu yönden ele alırsak sorunlar da kendilerini bize açıyorlar. Sorunlar kendilerini açtığı zaman çözümler ortaya çıkıyor. A planımız olmazsa B planımız oluyor. Bu yaklaşımı benimsemeliyiz.
Böyle kriz dönemlerinin, ailemize çok daha fazla zaman ayırma fırsatı sunduğunu göz ardı etmemeliyiz. Sağlığımıza daha fazla dikkat etmemiz gerektiği gerçeğini de. Pandemi öncesinde dürtülerimiz, zevklerimiz, heyecanlarımızda aşırılıklar vardı. Hiç ölmeyecekmişiz gibi yaşıyorduk. Dünyada sanki yeryüzü Tanrısı gibi dolaşan insanlar vardı. Kendimizden başkasını düşünmüyorduk. Çıkarcı, hedonistik, bencil, sınırsız bir özgürlük, nihilistik hümanizma dünyaya hâkimdi. İşte kriz, bu duygularımızı törpüledi.
Nihilistik hümanizma nedir? Hiçbir değeri önemsemiyorsun. ‘Hiçbir şey kutsal değil sen kutsalsın’ diyor. ‘Aile de kutsal değil, sen kutsalsın’ diyor. Küresel olarak bunun salgını vardı. Narsisizm pandemisi diye geçiyor. Narsisizm pandemisi, nihilistik hümanizmadır. Tüm değerleri yok eder. Bunu dünya fark etti, bizler fark ettik.
Pozitif Psikoloji ders olarak okutuluyor
Eşler arasında sevgi artı iş birliği eşittir aşk. Aşk sebep değil, sonuçtur. Aşık olmak çok güzel bir şeydir. Aşk nesnesini doğru seçmek lazımdır. Eğer eşine aşıksan evlendikten sonra aşk neden buharlaşıyor? Aşık oluyor, evleniyor ve 6 ay sonra boşanıyor. Yapılan araştırmalarda şu çıkmış ortaya: Aşk artı iyi iş birliği, eşittir ömür boyu aşk.
Ailede sevgiyi adil bir şekilde dağıtabilmek için korku ve güven dengesini sağlamak gerekir. Sevginin bir ucunda korku vardır, bir ucunda da güven vardır. Sevgi bu ikisinin arasındaki dengeyi sağlar. O dengeyi sağladığımız zaman buna bilimsel terminolojide 'alignment' deniyor. Bilgisayarı açınca bilgisayar otomatik ekranı alignment yaparak ayarlar. Hizalama yapar. İnsanın da sevgi ve güven arasında alignment yapması lazım. Bir denge kurması gereklidir. Bunun için de amaç belirleyeceksin. O amaca göre bu üç dengeyi sağlamak önemlidir.
Aile, güven yuvasıdır
Biz daha önce psikiyatri pratiğinde aile için "sevgi yuvası" diyorduk, şimdi güven yuvası diyoruz. Çünkü güvenin olması için zaten sevgi gerekiyor. Hatta çocuk ilk doğduğu zaman anne karnında gayet konforludur. Dudağını bile oynatmasına gerek yok. Her şey hazır geliyor. Soğuk sıcak her şey dengede, güzel bir ortamdır. Doğar doğmaz ilk karşılaştığı duygu nedir?
İlk güven nesnemiz annemizdir
Soğuk hava ciğerlerine giriyor. Birden bire nefes ciğerleri açılıyor. Müthiş bir korku hissediyor çocuk. İlk duyduğu duygu korkudur. İlk tepkisi de ağlamaktır. Ondan sonra annenin kokusunu alıp onun sıcak kucağına girdiği zaman ne oluyor? Çocuk, anne sevgisini, sevginin kokusunu alıyor ve ağlaması kesiliyor, rahatlıyor ve güven oluşuyor. Bu hayatta da hep böyledir. Büyüdükçe bizim güven nesnemiz değişiyor sadece.
O yaşlarda güven nesnesi anne iken daha sonra bu aile oluyor, toplum oluyor daha sonra vatan oluyor, millet oluyor, kutsal değerler oluyor. En sonunda da ölüm karşısında da kutsallık ön plana çıkıyor. Bunların hepsi güven ihtiyacındandır. Bu kavramlar, insanda belirsizliği gidermek, güven duygusunu oluşturmak için insanın adeta trafik işaretleridir. Trafik işaretleri nereye gideceğimizi göstermek için vardır. Bizim de hayatta bizim trafik işaretlerine ihtiyacımız var.
Sosyal değerler yönümüzü belirleyen trafik işaretleridir
Narsistik anne-baba modeli çocuğu yanlış yetiştiriyor
"Sen niye bunu yapıyorsun?" diyen, çocuğa parmak sallayan annelik babalık modelinde genellikle sessiz bir çocuk yetiştiriliyor, itaatkar bir çocuk yetiştiriliyor ama çocuğun özgüveni düşük oluyor. Bu maalesef bizim toplumumuzda çok yaygın. Anne baba çocuğa her türlü baskı yapıyor ve en sonunda şöyle diyor: "Ben bunu senin için yapıyorum."
Çocuğu kendine bağlıyor. Böyle anne ve babaların çocukları yoktur. Böyle anne babaların rehineleri vardır. Rehin alıyorlar, köleleştiriyorlar. Bu son derece narsistik bir anne baba modelidir. Çocuğu yanlış yetiştiriyor.
"Ben çektim, o çekmesin" yaklaşımına dikkat!
Son zamanlarda gözlemlediğimiz ikinci bir annelik babalık modeli daha var. Z kuşağı dediğimiz kuşaklarda yapılan bir hata var. Burada çocuğa her şey için izin veren ebeveyn tarzı. Çocuğu özgür olsun istiyor. "Ben bir sürü sıkıntı çektim, o çekmesin" diyor. Varlık içinde büyüyen çocukla, zorluk içinde büyüyen çocuğun olgunlaşması daha farklı oluyor.
Kusuru hep başkasında gören çocuk yalnızlaşıyor
Eski kuşaklarda zorluklar ve yokluklar içerisinde büyüme vardı. Kendiliğinden o zorlukları yene yene çocuk hayat yolunda ilerliyordu ama şimdi çocuğun önüne kırmızı halı serilmiş, bütün yollar çiçekle döşenmiş gibi. Böyle olduğu zaman çocuk her şeyi kolay elde ediyor. Emek vermeden, yorulmadan, terlemeden bir şey elde etmeyi öğrendiği zaman gelecekte zorluk çekiliyor. Hayat o kadar kolay değil ki. Annesi babası gibi kimse onun etrafında dönmeyecek ki. Böyle durumlarda çocukta ne oluyor? Çocuk kusuru hep başkalarında buluyor ve yalnız kalıyor. Arkadaşı olmuyor, sosyalleşemiyor.
İdeal anne ve baba olmanın tanımını sosyolojinin kurucusu kabul edilen İbn-i Haldun “En iyi çocuk nasıl yetiştirilir?” sorusu üzerine şöyle yapıyor: “Çocuğunuzu yetiştirmek için özel bir modele lüzum yok. Siz nasılsanız, çocuğunuz öyle yetişir.”
Gerçekten bu kural halen geçerlidir. Pedagojist kitaplarının kapağında anne ve yavru yengeç vardır. O sembol olarak şunu ifade etmektedir: Yengeç yan yan yürür, yavru yengeç de yan yan yürür. Çocuk anne ve babanın söz dilini değil, davranış dilini ve hal dilini örnek alır.
İdeal bir anne ve baba olabilmek için üç önemli kural vardır. Çocuk üç şeyi örnek alır: Anneyi örnek alır, babayı örnek alır, bir de anne ve babanın ilişkisini örnek alır. Çocuk bununla hayatı tanır. Ailenin içi, güvenli bir alan olduysa burada annenin çocukla ilişkisi iyi olabilir ama anne baba ilişkisi kötüyse, çocukla babanın ilişkisi kötüyse çocuk sadece anne ile özdeşim kurar.
Erkek çocuk sadece anne ile özdeşim kurarsa, anne de erkek karşıtı bir anneyse çocukta cinsel kimlik sorunları çıkma ihtimali artıyor. Ya da tam tersi oluyor. Kız çocuk babayla özdeşim kuruyor, anne soğuk mesafeli kız çocuğunda bu sefer erkek kimlik özellikleri daha çok ön plana çıkıyor. Bunların hepsi özdeşim kurmayla ilgilidir ve nörobilimin ortaya çıkarttığı bir gerçek var.
Yunus Emre, Risale-i Nusuhiye’de Orta Asya’dan gelen bir anlayışla insanı oluşturan unsurlardan bahsederek bunların “toprak, hava, su, ateş” olduğunu söylemiştir. Yunus’a göre toprak, sabır, tevekkül ve yüceliği; su, temizlik, cömertlik ve iyiliği gösterir; hava, yalan, ikiyüzlülük ve aceleciliği; ateş, kibir, şehvet, açgözlülük ve çekememezliği işaret eder. Yunus bunları anlatırken içimizde ikiyüzlülük, acelecilik, kibir ve şehvetin savaşı olduğunu ifade etmiş, bu sayede duyguları sembolize etmiş, olumsuz duygularla sabır, tevekkül, yücelik, cömertlik ve iyilik yardımıyla mücadele edilebileceğini bize hatırlatmıştır.
Yunus, aklın rehberliğinden vazgeçmemiştir
Yunus’un derviş olduğunu söylüyoruz ama ne o ne de Mevlana, aklın rehberliğinden vazgeçmemişlerdir. Sadece Batınîler kalbi, hakikate götüren yol olarak görürler. Akıllarını şeyhlerinin cebine koyarak “masum imam” anlayışını benimsemek, Ortadoğu kültürüdür. Bu kültür Ortadoğu’da maalesef hala geçerli.
Çocukluk çağı travmaları, Yunus’un psikoloji alanında kullanılan bir teknik olan EMDR yöntemini şiirlerinde nasıl kullandığına dair iyi bir örnek teşkil edebilir. EMDR ile ses, göz ve dokunma hareketleri sayesinde, sağ ve sol beynin kullanmadığı network harekete geçirilir. Bunun sonucunda kişi, eski travmasını yeniden hatırlar, tekrar tanımlanır, mantıksal çerçeveye oturur ve çözülmemiş travma çözülmüş hale gelir.
Yunus Emre, insanlara duygu ifadesi öğretti
Peki Yunus bunu nasıl yaptı? Yunus Emre, insanlara duygu ifadesi öğretmiştir. Şiir, duyguları ifade etmenin en güzel araçlarındandır. Yunus da Mevlana da Anadolu’nun perişan halini, kötüye gidişi görmüşler, bunu dert etmişlerdi. Hazreti Peygamberin insanların Allah’a isyan eden davranışlarını görüp de ağladıkları gibi...
Yunus Emre’yi bugün anlamaya her zamankinden çok ihtiyacımız bulunuyor. Mevlana’yı Mevlana yapan temel fikirleri, Yunus Emre’nin temel fikirlerini bugüne taşıyalım. Onlara bugünün elbisesini giydirelim. Ama içindeki insan Yunus olsun, Mevlana olsun.
Pandemi gölgesinde geçen 2021 yılının bir başka özelliği daha bulunuyor. Yunus Emre, vefatının 700'üncü yılı nedeniyle UNESCO tarafından anma yıl dönümleri kapsamına alındı. Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan da 2021'i 'Yunus Emre ve Türkçe Yılı' ilan etti. Bu yıl düzenlenen etkinliklerle Yunus Emre'nin insanlığın ortak değeri olmasının ve Türkçe’ye sağladığı katkıların altı çiziliyor.
Yunus Emre, Mevlana gibi, Şeyh Edebali gibi Osmanlı’yı kuran Anadolu bilgeliğinin damarlarından birisidir. Tohumları bu kişiler ekmiş, insan yetiştirmişlerdir. Neden Osmanlı Filistin’de ya da Arabistan çöllerinde çıkmadı da Anadolu’da ortaya çıktı? Çünkü Anadolu bir kardeşlik kültürü üretmiştir ki içinde Mevlana var, Ahî Evran var. Bu kültür sayesinde Oğuz Beyleri Selçuklu’nun yaptığı hatayı yapmadılar.
Selçuklu’da Melikşah öldükten sonra oğullar arasında mücadele başladı. Tapar ve bir kardeşi Azerî taraflarında, diğer bir kardeş, başka bir tarafta devlet kurarken; Haçlılar Kudüs’e girdiler. Kudüs, 90 sene Haçlıların hâkimiyetinde kaldı. Bütün bu olumsuz tecrübeleri gören Osmanlı, kendi çocuğunu feda etmiş ama halkı aile kavgasına dâhil etmemiştir. Osmanlı’nın bu fedakârlığı çok saygıdeğerdir. Timur yenilgisinden de bir ders çıkarmışlardır.
Yunus Emre’nin fikirlerine bugünün elbiselerini giydirelim
Yunus Emre’nin dönemi, fetret devridir. Yunus Emre, Mevlana, Ahî Evran, Şeyh Edebali, Osmanlı’nın kuruluşuna gebelik yapmışlardır. Doğan Osmanlı çocuğunun annesi onlardır. Fakat biz şu anda aramızdan o devirdeki gibi bir Yunus çıksın diye beklemeyelim. Biz Yunus’un zamanına gidip, onun gibi kapı kapı dolaşmayalım yahut Mevlana’nın ritüellerini, pratiklerini, derviş dansını yapmayalım ama Mevlana’yı Mevlana yapan temel fikirleri, Yunus’un temel fikirlerini bugüne getirelim. Onlara bugünün elbisesini giydirelim. Ama içindeki insan Yunus olsun, Mevlana olsun.
Yunus Emre her tarafa dokunmuş
Yunus’un diğer mutasavvıflardan bir farkı var: Yunus’ta dervişlikle birlikte aynı zamanda Orta Asya’dan gelen bir hiperaktivite var. Yerinde duramayan bir yapıya sahip. Anadolu’nun birçok yerinde Karaman’da, Malatya’da, Eskişehir’de, Azerbaycan’da makamının olması da bunu gösteriyor. Çok gezmiş, her tarafa dokunmuş Yunus. 80 yaşlarında nasihatlerini içeren Risale-i Nusuhiye’yi yazdıktan sonra, Kütahya taraflarında bir yere gidiyor ve orada dağda karşılaştığı bir çoban, Yunus Emre olduğunu bilmeden ona kendisinin şiirlerini okuyor. Bunun üzerine Yunus diyor ki “Ben vazife yaptım!” Bu, bize Yunus’un vizyonunu gösterir. Biz, vizyon ile misyon farkını ayırt edemiyoruz. Vizyon, bir insanın olabileceği en üst şey iken misyon, yapabileceği şeyin en üst sınırıdır. İnsan öncelikle vizyon sahibi olur; bu, ego idealidir. Bu hedefe giderken neler yapabileceğini misyonu belirler. O sebeple büyük, stratejik hedef olmadan misyon olmaz.
Bu hataları kabul edip kendimizi bağışlamamız lazım ve ‘Bu bana ne öğretti?’ diyerek onu yeniden tanımlayıp alıp rafa koymamız lazım. 10 sene önce yaptığımız hatayı alıyoruz, sanki dün yapmışız gibi devamlı beynimizde yaşatıyoruz.
Bağışlayıcılık mekanizmasını kullanamıyoruz
O hata veya travmalar bizim kendi hatamız da olabilir. Bize yapılmış bir hata da olabilir. Böyle durumlarda bağışlayıcılık mekanizmasını kullanamıyoruz. Hâlbuki bir insanın karşısındaki bağışlanmaya layık değilse bile böyle durumlarda onu kabullenmek gerekiyor. İnsanın değiştirebileceği şeyi ve değiştiremeyeceği şeyi ayırt etmesi ile ilgili muhakemesini çalıştırması, kullanması gerekiyor. Kişi, gücünün yetmediği değiştiremeyeceği konuların üzerine giderse acı çeker. Böyle durumlarda kabullenecek ‘Bunu şu anda değiştiremiyorum ama belki ilerde şartlar değişirse uygun zamanda uygun şekilde bu konuda tepkimi tavrımı koyacağım’ demeli.
İç hesaplaşma, kişisel gelişimin önemli bir parçasıdır
Bu yapılmadığı zaman öç alma duygusu bazen intikam duygusu ortaya çıkıyor. Gidip hemen öç almak yerine sakin kalmak gerekiyor. İç hesaplaşmayı doğru yapabilmek insanın kişisel gelişiminin en önemli parçasıdır. Şu anda terk edilen bazı kişisel gelişim teknikleri var. O teknikler, kişinin içerisindeki negatif duyguları çatışmaları travmaları yok saydırıyor. Kişiyi sadece olumluya odaklandırıyor.
Zayıf yönler de kabul edilip geliştirilmelidir
Bir insan sadece olumlu duygulardan oluşan bir varlık değildir. Olumlu ve olumsuz duyguların çeşnisidir. O çeşninin olumlu tarafını da güçlü tarafını da zayıf tarafını da göreceksin. Kişi zayıf tarafını güçlendirmeye, düzeltmeye ve onarmaya çalışacak. Kişinin güçlü yönlerini kullanarak hayatta ilerlemeye çalışması gerekiyor. Kişinin güçlü yönlerini de zayıf yönlerini de bilmesi önemli. Güçlü taraflarımızı görüp zayıf taraflarımızı yok sayarak değil. Onları yönetmemiz gerekiyor. Kabullenmemiz gerekiyor. Zayıf yönlerini geliştirmek için ne yapabileceğini düşünmesi gerekiyor.
Bizim kültürümüzde buna tevazu deniyor. Tevazu diğer insanlardan kendini alçak, değersiz görmek değil. Herkes eşittir çünkü herkes biriciktir. IQ’su 60 olan bir insan bile orijinaldir. Çünkü benzeri yoktur. Benzeri olmayan her şey de orijinal olduğu için saygıya değerdir. Hiç kimseyi küçük görmeyip ama hiç kimseden de kendinizi büyük görmemek gerekiyor. Mesela kendini rahatlatmak için büyüklük duygusuna sığınıyor bazı kişiler. İç hesaplaşmadan kaçmak için.